30 Temmuz 2015 Perşembe

Italo Calvino - İkiye Bölünen Vikont (Atalarımız, #1)

"Duygularımız renksizleşiyor, köreliyordu, çünkü kendimizi kötülükle erdem arasında yitip gitmiş hissediyorduk, ikisi de insan doğasına aykırıydı."

Bu kitabı ne zaman aldığımı hatırlamıyorum ama ismini ve kapağını beğendiğim için aldığımı anımsıyorum. İyi ki almışım. Masalsı bir kurgusu, hoş bir anlatımı var.

İkiye Bölünen Vikont, yani Terralbalı Medardo, orijinal bir karakter. Neden? Çünkü ikiye bölünmüş. Ve yaşıyor! Her iki parçası da yaşıyor. Bir parçası bütün iyi özelliklerini taşırken, diğer yarısı tüm kötü yanlarını almış hem de. Türklerle yapılan bir savaşta boydan ikiye bölünüyor Medardo.

Calvino, bu kitabı yazmasıyla ilgili şöyle demiş: "Hepimiz bir biçimde kendimizi tamamlanmamış hissediyoruz, hepimiz bir yanımızla kendimizi gerçekleştiriyoruz, öteki yanımızla değil." Yalnız güzel konuşmuş.

Tasalı (kitapta kötü tarafa verilen isim çoğunlukla bu) memlekete dönüyor savaşın ardından; ancak İyi'nin dönüşü çeşitli sebeplerden yıllar alıyor. Tasalı'nın her şeyi kendine benzetme gibi bir özelliği var. Çiçek, hayvan, yapı, o, bu, şu, ne görse ortadan ikiye bölüyor. Geçtiği yerlerden geri kalan her şey yarım. Haliyle halk tedirgin. Yıllar yıllar sonra İyi geldiğinde, daha doğrusu İyi'nin geldiği fark edildiğinde işler biraz tuhaflaşıyor. Çünkü İyi de sürekli birilerine yardım peşinde olan ve akıl veren birisi. Onun da iyiliğinden maraz doğuyor biraz. İnsanlar ondan da kaçmaya başlıyor bir yerden sonra. Calvino güzel anlatmıştı da ben pek beceremedim.

Kısacık, resimli, kafa dağıtmak için okunabilecek bir kitap yani İkiye Bölünen Vikont. Rekin Teksoy'un çevirisi ve Emanuele Luzzati'nin çizimleri harika. Ağaca Tüneyen Baron ve Varolmayan Şövalye, serinin diğer kitapları. Calvino sonradan karar vermiş bunları bir seri olarak düşünmek gerektiğine. YKY üçünü tek kitap olarak da basmış ama ben İkiye Bölünen Vikont'u aldığımda böyle bir üçlemeden haberim yoktu. Kalan iki kitabı da okumam lazım demek ki.

Tasalı, bir gün (adeta) sırf canı sıkıldı diye köyün kızlarından birini gözüne kestiriyor ve karşısına geçip şöyle diyor: "Ben, sana sevdalanmaya karar verdim, Pamela." Yani maksat iş olsun, köy benim, seni seçtim Pikaçu. Tasalı daha matrak bir karakter zaten. Kötü ama çalışıyor. Yazarlar nedense kötü karakterleri çok daha çekici kılıyorlar ya da kılabiliyorlar. İyi ve onun gibileri gözümüze biraz sıkıcı gösteriyorlar. Gerçi en nihayetinde Calvino ikisinin bütünlüğünü sağlıyor bir şekilde. Tuhaf meseleler...

Ben, yazıyı bitirmeye karar verdim, okur. Kal sağlıcakla...

"Bazen insan kendini eksik sanır, oysa sadece gençtir."

6 Ay

"Beklemenin ne olduğunu tamamen unutmuş gibiyizdir. Sabır neredeyse bir boşluğa dönüşmüştür. Unuttuğumuz şudur ki; doğru şey için doğru zamanı bekleyebilmek en büyük erdemimizdir. Varoluş, doğru zamanı beklemektir, doğru zamanda doğru yerde olmaktır belki de. Bunu ağaçlar bile bilir! Çiçeklerin ne zaman açacağını, yaprak dökümünün ne zaman başlayacağını veya gökyüzünün altında nasıl çırılçıplak kalınacağını... Çırılçıplakken de güzeldir ağaçlar, eski güzel günlerin anısına ve eskiyi bildikleri için inançla yeni baharlarını beklerler. Yeniden parlayacakları zamanı...

Beklemeyi, nasıl bekleneceğini unutmuşuz. Her şeyi hemen şimdi istiyoruz. Telaşla istiyoruz. Deliler gibi. Bu, insanlık için büyük bir kayıp. Sabırsızlık da sabır gibi bulaşıcıdır çünkü. İnsan sessizce içinde büyüyecek bir şeyi beklediğinde, gerçek kendine dönecektir. Dönmek, varmaktır. olmaktır... Ve bir gün bir kıvılcım tutuşacaktır, ben olduğun seni tutuşturacak, alev alev yakacaktır. İşte o zaman tamamen yanacak, bambaşka biri olarak yeniden doğacaksın. Benliğin paramparça olacaktır. Yeniden tanışacağın o asıl sen her şeyin doğrusunu bilendir. Törenleri, kutlamaları ve hayatın gerçek tadını o bilir.

Zihnini açık tut. Hamile bir kadın gibi bekle. Acele etme. Beklemek oturup beklemek değildir. İnci tanesini yaratmaya girişmiş istiridye ol bak ya da bir ağaç dik ve bekle. Sabırla, sakince ama heyecanla bekle. Akıllı ol, okullu ol, sabır ol, sabriye ol. Bırak doğa kendi işini yapsın, sen de kendi işini. Şafak sökerken getirdiği gizeme inan. Ve kendi şarkını öğren. Kendini söyle."
Kaynak: burası.

23 Temmuz 2015 Perşembe

Logicomix (Apostolos Doksiadis - Hristos H. Papadimitriu - Alekos Papadatos - Aniie Di Donna)

"Mantıklı bir varlığın gerçeği söylemesinin neresi şaşırtıcı?"

Tarih 2 Şubat 2015 Pazartesi. Mekan Baltalimanı Kemik Hastalıkları Hastanesi (yine, evet, ama aslında ilk, neyse). Saat işte ziyaretçi saatleri. Kapıdan birkaç kişi giriyor, işyerinden arkadaşlarım. En tecrübelimiz ve benim gözümde en zekimiz, İffetçiiiim (İffet naber ya, buraları okuyorsan selam ederim) bu kitabı almış bana. İmzalamış bir de "Sevgili Mustafa, Değişik bir tad, Sevgilerimle." diye. Sonsuz teşekkürlerimle beraber haklı olduğunu da belirterek başlayayım, kesinlikle değişik bir tat.

Bir çizgi roman efendim Logicomix. Bertrand Russell'ın hayatını öyküleştirerek mantıktan ve matematikten, matematiğin temellerinden, mantığın ne olduğundan, aksiyomlardan, ispatlanabilir ve ispatlanamaz kavramlarından, paradokslardan, küme teorisinden ve daha başka bir sürü konudan bahsediyor. En yalın bu kadar anlatılabilirmiş sanırım. Bu haliyle bile biraz teknik kaldığını da belirtmem lazım.

Dönemin önde gelen matematikçileri ve filozoflarının hikayede önemli yer tuttuklarını söylememe gerek yok aslında. Kimler yok ki? Aristoteles'ten Öklid'e, Alan Turing'den von Neumann'a, Hilbert'ten Gödel'e... Bir sürü bir sürü önemli kişi. Ama tabii ki bir de Wittgenstein'dan. Wittgenstein çok değişik bir insanmış. Yeri çok farklı. Adam yaşadığını hissetmek ve teorilerine daha gerçekçi bakış açıları getirebilmek için Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ordusuyla Birinci Dünya Savaşı'na katılmış. Buralara bir yere sinirlerini sınayan bir görevin ardından savaş meydanındaki halini koymuş olmam lazım. Bana göre bildiğin deli birisi olduğu için kendisini ayrı bir yere koydum. Kıymetlimisss...

Kitabın baskısı kuşe kağıt gibi, çok kaliteli. Çizimler (Alekos Papadatos) ve renklendirme (Annie Di Donna) çok çok başarılı. Öyküye yöne veren isimlerse Apostos Doksiadis ve Hristos Papadimitriu. Kendilerini de çizmişler yani. Ara sıra çalışma anlarındaki diyalogları da gösteriyorlar. Annie Fransız olduğu için bol bol yumuşak g'li diyaloglara sahip. Bir de tabii Apostolos'un köpeği Manga var. Japon çizgi romanlarına verilen isim olan manga değil yalnız, Yunancada kabadayı anlamına gelen manga.

Değişik bir şeyler okuyayım, hem tarih hem felsefe hem mantık hem de matematik öğreneyim, ufkum açılsın yahu biraz diyorsanız bu kitabı edinin bir şekilde. Öykü bittikten sonra Notlar bölümünü de unutmayalım, orayı da referans olarak kullanabilirsiniz. Önemli kişi ve kavramlar kısaca anlatılmış.

Bundan önce en son ne zaman çizgi roman okumuştum? İnanın hatırlamıyorum. Lan yoksa 2004 yazında KTÜ Farabi'de yatarken miydi? X-Men'leri o zaman okuduydum. Ey gidi zamanlar... Biraz çizgi roman araştırayım ben en iyisi. Tavsiyelere de açığım tabii. Kalın sağlıcakla efendim.

19 Temmuz 2015 Pazar

Daniel Pennac - Roman Gibi

"Okuduğumuz en güzel şeyleri, genellikle sevdiğimiz bir kişiye borçluyuzdur. Ve ondan, sevdiğimiz birine bahsederiz öncelikle. Belki de, duygunun kendine has mahiyeti, tıpkı okuma arzusu gibi, 'tercihten' ibaret olduğu için. Sevmek, nihayetinde, tercih ettiğimiz şeyleri tercih ettiğimiz birilerine bağışlamaktır. Ve bu paylaşmalar hürriyetimizin görünmez kalesini kalabalıklaştırırlar. İçimizde sürekli olarak kitaplar ve dostlar bulunur."

Acccayip bir kitapla karşınızdayım. Yani o kadar acayip ki süreksiz bir ünsüzü (c) peşimden sürükledim (ccc). O derece!

Geçen yıl yaklaşık bu vakitlerde Selin'in bloğunda gördüğüm bir alıntı işte budur dedirtmişti bana. O gün bu gündür ha okudum ha okuyacağım diye erteledim durdum bu kitabı, ta ki düne kadar. Nihayet okuyabildim ve yine, bir kez daha, her zaman olduğu gibi pişmanım. Bu kadar geciktirmemeliymişim.

Öncelikle yazarımız Daniel Pennac'ın Fransız bir öğretmen olduğunu söyleyelim. Birçok ödül almış edebiyat çevrelerinden yazdığı eserlerle.

Roman Gibi, kitabın kapağında dendiği gibi Kitaplara ve Okumaya Dair bir kitap. Ama gerçekten öyle. Özellikle ebeveynlerin okuması gereken bir referans daha çok. Kitap okumaya dair aklınıza gelebilecek birçok konuda laflar ediyor. Çok ama çok hoşuma giden bir detayı söylemek istiyorum kitapla alakalı. Başlangıcında şöyle bir not var: 'Bu sayfaların pedagojik işkence malzemesi olarak kullanılmaması rica olunur.'

Her çocuğun aslında mükemmel bir okur olduğu; ancak okula bir kez başlayınca nasıl olup da okumanın bir külfet haline getirildiğini anlattığı birkaç bölüm var ki ah keşke, keşke o bilinçte olsak hepimiz. Çocuk okuma yazma bilmezken kendisine okunan ya da anlatılan masallardan onca zevk alırken okula başladıktan sonra her şeyin olduğu gibi okumanın da bir vazife olarak sunulmasıyla ve televizyon vb. arkadaşların okuma karşılığında edinilecek birer hak ya da kazanılacak birer 'ödül' konumuna gelmesiyle özünde mükemmel bir okur olan çocuğun zamanla nasıl da okumaktan uzaklaştırıldığını öyle güzel anlatıyor ki. Ardından ebeveynlerin onca 'hiç anlamadık, neden böyle oldu' laflarına da ayarını veriyor tabii. Harika gerçekten!

Kitap okumak, okuduğunu anlamak, okuduğunu anlamaktan kastın ne olduğunu anlamak üzerine epey kafa yorduruyor Pennac. Ancak en nihayetinde çoğunu kitap okuma 'ZEVK'ine bağlıyor. Bir kez olsun o zevki tattıktan sonra isteseniz de okuyacak olanı engelleyemezsinize getiriyor ki daha ne desin adam. Haklı. Lise çağındaki öğrencilere Patrick Süskind'in Koku'sunu okuyan bir öğretmen örneği veriyor ki ben bile gaza geldim. Evde olsa alıp okumaya başlayacaktım.

Tabii ki kitaplara ve okumaya dair bir kitapta fazla sayıda yazar, şair ve eser ismi geçecektir. Geçiyor da. Üşenmedim, not aldım hepsini. Tek tek araştıracağım. Adını sanını duymadığım ve övgüyle bahsedilen bir sürü isim... Kendimi bazen o kadar cahil hissediyorum ki.

Kitaplarla ilgili lafladıktan sonra okurlara geliyor Pennac ve Kitap Okurunun Hakları'ndan bahsediyor. On maddeden oluşan bu hakları açıklıyor. Bu on maddeyi buraya yazacağım; ancak bu maddelerin doğru anlaşılabilmesi için yazarın açıklamaları şart. Çünkü ben okumadan önce bu maddeler hakkında yanlış açıdan baktığımı fark ettim. Ne zaman? Tabii ki okuduktan sonra. Gerçekten çok düzgün açıklamış. Özellikle sayfa atlama hakkını ve bir kitabı bitirmeme hakkını o kadar güzel ve net anlatmış ki. Uzatmayayım, işte o haklar:
  1. Okumama hakkı.
  2. Sayfa atlama hakkı.
  3. Bir kitabı bitirmeme hakkı.
  4. Tekrar okuma hakkı.
  5. Canının istediğini okuma hakkı.
  6. "Bovarizm" hakkı.
  7. Canının istediği yerde okuma hakkı.
  8. Çöplenme hakkı.
  9. Yüksek sesle okuma hakkı.
  10. Susma hakkı.
Aa, neredeyse unutacaktım. Kapak çok ama çok isabetli olmuş. Roman Gibi bir kitap için bir Don Quijote illüstrasyonu... Süper! Ve yine aklımdayken harika baskı için Metis Yayınları'na ve su gibi çevirisi için de Mustafa Kandemir'e teşekkürler. 

Epeydir bu kadar uzun yazmamıştım. Bitireyim artık. Önünüz arkanız sağınız solunuz kitap olsun. Kalın sağlıcakla.
Bir zamanlar masalcıydık, artık her şeyin hesabını sorar olduk.
"Madem öyle, biraz sonra televizyon seyretmeyeceksin!"
Hah! Tabii...
Tabii... Televizyon mükâfat olma haysiyetine yükseltildi... Ve bunun doğal sonucu olarak, okuma angarya derecesine düştü... Bizim buluşumuzdur bu...
 

17 Temmuz 2015 Cuma

Herman Melville - Kâtip Bartleby

"Yapmamayı tercih ederim."

Sizlere Kâtip Bartleby'den bahsetmeden önce bu harika kitabı bana kimin önerdiğini söylemek isterdim; ancak söylememeyi tercih ederim (unuttum çünkü, gerçekten özür dilerim, bir türlü hatırlayamadım).

Helikopter Yayınları'nın çok güzel bir iş çıkardığından ve Kaya Genç'in enfes bir çeviri yaptığından bahsedebilirdim; ancak bahsetmemeyi tercih ederim.

Yabancı'nın (Albert Camus), Aylak Adam'ın (Yusuf Atılgan) ve hatta Beyaz Mantolu Adam'ın (Oğuz Atay) atası sayılabilecek nitelikte bir kitapla karşı karşıya olduğumuzu, yapmamayı tercih ettiği her işte aslında Bartleby'nin sanki bir şeylerden kaçıyor olduğunu, hayatı düşününce belki de kaçmakta haklı olduğunu yazabilirdim; ancak yazmamayı tercih ederim.

Yazıyı gereksiz yere uzatıp hem hiç özgün olamadığım hem de elime yüzüme bulaştırdığım için temiz bir dayağı hak edebilirdim; ancak etmemeyi tercih ederim. Kalın sağlıcakla. (Kalmamanızı, tamam tamam...)
  • Kulağa çok tuhaf gelmekle birlikte insanların kendilerini küçük düşürülmüş hissettikleri anlarda bazen inançlarından şüphe etmeleri duyulmadık bir şey değildir. Böyle anlarda insan, kendisine ne kadar olağanüstü gelse de, asıl karşı tarafın düşüncelerinin mantıklı ve de adil olduğunu gizli gizli düşünmeye koyulur. Bundan sonra da, eğer bu olayın geçtiği ortamda konuyla doğrudan alakası olmayan bir kimse varsa, ondan yardım ister -yardım ister ki kendi haklılığını destekleyen biri olsun.
  • Efendiler, dürüst bir zatı, karşısındaki kişinin hareketsiz muhalefeti kadar rahatsız eden başka bir şey yoktur.
  • Çalıştığım binadan gitmiş olacağını düşünmem değildi önemli olan, hayır efendim, hayır; önemli olan Bartleby'nin çalıştığım binadan gitmeyi tercih edip etmeyeceğiydi. Yaptıkları tahmin edilemezdi; tercih edilirdi yaptıkları.
  • Efendim, pek çok zat vardır ki kıskançlık uğruna, öfkelendikleri için, kin yüzünden, bencillik sebebiyle, gururlarını bahane ederek cinayet işlemişlerdir... fakat hayırseverlik uğruna cinayet işleyenine ben bugüne dek hiç rastlamadım. Buradan vardığım netice de odur ki, özellikle de fazla heyecanlı bir yapıya sahip kişileri şefkate ve de yardımseverliğe yönlendiren şey, çıkardır efendim, o kişinin çıkarıdır sadece.
  • Fakat efendim, şu hayatta bazen öyle olur ki dünyanın en dar kafalı adamları dünyanın en eli açık kişilerini yiyip bitirirler.
  • Demek yerinden kıpırdamayı reddeden bu adam serserilik ediyor ha! O tam da bir serseri gibi davranmayacağı için Bartleby'yi bir serseri olarak kabul ediyorsunuz.
  • Vah Bartleby! Vah insaniyet!

16 Temmuz 2015 Perşembe

Ayfer Tunç - Suzan Defter

"İnsan ya kendi kendine konuşur, ya kendi kendine yazar."

Arkaplanda 12 Eylül dönemi, ön planda ise aşk. Aşk sayısınca defter, Suzan Defter.

Daha önce Taş-Kağıt-Makas'ta yer alıyormuş Suzan Defter ama yayınevi tek başına çıkarmış sonra. Güzel bir kitap. En güzel yanı tabii sıradışı kurgusu. Eminim birçok kişi (ben dahil) Allah Allah, yanlış mı basmışlar sayfaları diye düşünmüştür ilk başladığında. Biri erkek biri kadın iki karakterin karşılıklı günlükleri ve bu günlükler vasıtasıyla geçmişlerini de okuduğumuz bir metin Suzan Defter.

Kurgusunun güzelliği şu ki önce tek, sonra çift sayfaları okutuyor size belli aralıklarla. İlginç, değil mi?

Karakterlerden birisi Ekmel Bey, diğeri Derya. Derya Hanım değil mesela, Derya. Okurken onunla daha yakın olmamızı istemiş sanki Ayfer Tunç. Ekmel Bey ile aramda mesafe varken Derya ile yokmuş gibi hissettim. Sanırım onun öyküsü ve anlattıkları beni daha çok etkiledi.

İlginç kurgusu gereği karakterleri birbirlerinin gözünden okuyoruz; ancak daha da ilginci bazı anıların çarpıtılması. Bu ne demek? Mesela Ekmel Bey kendi günlüğünde başına saksı düştüğünü (örnek bu, öyle bir şey yok) yazıyor, aynı gün Derya kendi günlüğünde diyor ki Ekmel'in anlatmasına karısını kızdırmış ve kafasına saksıyı yemiş. Gibi gibi... Benim varsayımım anıyı dinleyenin günlüğünde yazanın doğru olduğu yönünde. Yani sonuçta o dinlediğini yazmıştır. Peki, olayı yaşayan neden yanlış halini yazıyor kendi günlüğüne o zaman? Burada bir akıl oyunu varsa hoşuma gitmedi; çünkü oyunu çözemedim. Benden zeki insanlardan bazen pek hazzetmeyebiliyorum. Pek zeki olmadığımı göz önüne alırsak genel olarak insanlardan hazzetmediğimi de söyleyebiliriz demek ki.

Bu iki arkadaşı karakterleri açısından incelediğimizde Ekmen Bey'in sürekli 'BİR HAYAT NEDİR', hayatta nasıl bir iz bırakırız, bırakabilir miyiz vb. konular ile kafasını meşgul ettiğini görüyoruz. Dolayısıyla ailesini anlatırken daha mantıksal cümleler kuruyor. Derya'nın ise varı yoğu abisi ve abi sevgisi olduğu için anlattıkları daha duygusal. İyi de Suzan kim o zaman?!

Suzan, Derya'nın abisini seven, çok seven, aşırı seven sevgili. Bahtsız bir isim. Zaten kitabı kitap yapan da Suzan(lar)'ın bir yerlerde vakti zamanında olsun, şimdi olsun, gelecekte olsun yaşamaya devam etmeleri. Kitap, Suzan sayesinde yazılı bir eser olmaktan çıkıp nefes alıp veren bir organizmaya dönüşüyor.

Aklıma gelmişken ekleyeyim, bu kitabı seven Başucumda Müzik'i de sever. Hatta onu daha çok sevebilir de.

Son olarak da malum, yarın Ramazan Bayramı, herkesin bayramı mübarek olsun. Hoşça kalın.
  • Eskici beni süzdü, ömrüme ömür biçti.
  • Kim bir defterde benim adımı geçirmek lüzumunu hisseder ki?
  • O anlayabilecek, ben anlatabilecek olsaydım, benim gibi adamların cenneti olurdu dünya.
  • Öğretmenin değilse bile, anlamanın bir yolunun yazmak olduğunu küçük yaşta keşfettim.
  • Eriyorum, çürüyorum, hayatım bataklık gibi, dibe çekiyor beni desem sana, o manasız soruyu bile sormazsın: neden? Hemen teşhisini koyarsın: rahat batıyor sana.
  • Saçmalama baba kül samandan iyi mi?
    İyi, çünkü külün bir geçmişi var, bir zamanlar ateşmiş hiç olmazsa.
  • "İnsan ölmek istiyor," dedi neden sonra.
    "Kasvetten mi?"
    "Kederden."
  • "Belki de bir türlü yaşamadığımız için bu kadar büyüdü aşk," dedi, "aslında kısa bir şeydi, zamana yayıldı."

14 Temmuz 2015 Salı

André Gide - Dar Kapı

"Şimdi ölmek isterdim, hemen, yalnız olduğumu bir daha anlamadan önce."

Birkaç yerde denk geldiğim sözlerinden sonra bu adamın bütün kitaplarını okumam lazım dediğim birisiydi André Gide ve Dar Kapı ile bismillah demiş oldum. Ama kitabı beğenmedim pek, her ne kadar vakti zamanında Ahmet Hamdi Tanpınar "bugünün gençleri Dar Kapı'yı okumalıdırlar" demiş olsa da.

Sanırım buradan çıkarabileceğim tek sonuç artık yaşlandığım. Yoksa Ahmet Hamdi bir laf edecek ve ben çok da katılmayacağım? Nope, neva evah! Ama işte hayat böyle, naabıcan?

Kitabın anlatmaya çalıştıklarını arka kapağındaki yazı ve çevirmen Buket Yılmaz'ın önsözü gayet güzel özetliyor: erdeme giden yolun zorluğu. Evet, böylece ben de yazıyı burada bitirebilirim. Ama canım sıkılıyor ve birkaç kelam etmezsem çatlarım.

Kitabın temelinde bir aşk var. Jerome ve Alissa arasındaki bu aşırı zorlaştırılmış ilişki... Ya işte aslında hepsi Alissa'nın kafayı ilahi aşka gitme, kusursuzluk gibi kavramlara takması. Yoksa Jerome dünden razı, gül gibi de çocuk. Sana laflar hazırladım Alissa. Sen ilah değilsin yavrucuğum, bu kadar kasmamalıydın. Bak şimdi ne oldu?! Ne gerek vardı bunlara? Erdem erdem diye nice düşünceye sarıldın, senin sadık yarin Jerome'du. Ölmeye herkes ölecek, gönül koyma canım kara toprak.

André Gide bu kitabının, diğer eserlerinden Ayrı Yol ile beraber okunmasının ya da ikisinin bir düşünülmesinin daha isabetli olacağını söylemiş. Ben o kitabı okumadım. Vikipedi maddesi doğru söylüyorsa Ayrı Yol, Dar Kapı'dan 7 sene önce yazılmış. Belki de önce onu okumalıydım. Ama bu haliyle de Dar Kapı'nın bir eksiklik hissi taşıdığını da söyleyemem. Kendi başına bir eser gayet de.

Her ne kadar insanı biraz bunalıma sürüklese de okumak için bir şans vermek lazım Dar Kapı'ya. Bir kitabı doğru zamanda okumak çok önemli. Belki de ben sadece doğru zamanı tutturamadım.

Bu arada tarihe not düşmek isterim ki bugün çok ilginç bir şekilde gökyüzü görülebiliyor Trabzon'da. Bulutlar izin kullanıyor herhalde. Yoksa yani, saçmalık... Güzel memleketimden hepinize selam ederim, kalın sağlıcakla.

13 Temmuz 2015 Pazartesi

Ah Muhsin Ünlü - gidiyorum bu

"Ben dünyaya karşı 'durmak' ile meşhurum
 Olma! Yokluğun dudağıma laciverd lavlar bırakır
 Nasıl çekip gitmiş bir şaman
 Çekip gitmiş bir şaman değilse en çok
 Benim gibi sonsuz bir at
 Hiç koşmuyorken de attır!"

Onur Ünlü'nün Ah Muhsin Ünlü mahlasıyla yazdığı şiirlerin bir kısmından oluşan bir kitap: gidiyorum bu. Kabul etmeliyim ki biraz tuhaf bi' kitap. Elime ilk aldığımda, sırayla okudum bu arada şiirleri, bu nedir ya demedim değil. Hatta kitabı sayfa sayısına göre ikiye bölersek ilk kısımdan neredeyse hiçbir şey anlamadım demem de gayet tabii mümkün.

Bu ilk kısımdaki şiirleri okurken edindiğim izlenim ya da hissettiklerim diyelim, yani bi değişikler. Anlatabilmemin pek bir yolu yok. Şöyle yapalım, ben de kendimce bir şeyler karalaya(ya)yım. Bakalım nasıl olacak.

NON SUM QUALIS ERAM
Doğdum bebektim küçüktüm büyüdüm
Ağladım yedim içtim uyudum içtim yedim ağladım
Kediler vardır miyavlarlar kuzular vardır melerler
Kafamdaki şiirler doğmaz büyümez ölürler
İç organlar ışık görmez gözler büyümez sabittir
Öznesi tay olan bir mısra aradım bulamadım sevgilim
Zaten ne kafiye var ne redif
Burçak beni sevmiyor
                                                                                             -Aliş, bi çay koy da içelim-

Umarım çok bir şey anlamamışsınızdır. Neyse, sonradan sonradan ya şiirler kendini toplamaya başladı ya da ben ancak anlamaya başladım ama gerçekten çok güzelleştiler. Bir sürü yerin altı işaretli kaldı. Hele ki -Resulullahla Benim Aramdaki Farklar- şiiri muazzam. Fena yani, çok.

En nihayetinde bu şiirlerin hepsi 1993-1998 yılları arasında yazılmış. İnternette bakındığım birkaç yerde gördüğüm kadarıyla vakti zamanında Şizofrengi'de de bazı şiirleri yayımlanmış. Bu arada Şizofrengi'nin tüm sayıları buradan indirilebiliyor. Bir göz atmakta fayda var.

Kitabın kapağı da çok güzel. Ferdinand Hodler'in Hayal Kırıklığına Uğrayanlar tablosu var kapakta. Çok isabetli bir seçim olmuş. Yakışmış da bordomsu  arkaplanıyla. Tabii bunu tabloyu çok iyi bildiğimden ya da tanıdığımdan demiyorum. Ne gezer bende o resim bilgisi. Kitabı okuduktan sonra öğrendim tabloyu. İyiymiş valla Ferdinandcııım. Sanatına ve sanatçılığına saygım sonsuz.

Kitapla ilgili (şairle değil) tek ve ciddi sorunum arka kapak yazısı. Yani kim, neden öyle bir şey yazmış bilmiyorum ama ben kitap yazacak olsam ve kitabımı elime aldığımda arka kapağında bunların yazılı olduğunu görsem yüzümün kızarıklığından insan içine çıkamam. Övgü mövgü olur da bu kadar abartmanın anlamı nedir? Şu nedir Allah aşkına: "Her mısrası dehanın gümüş çivileriyle çakılmış, sapasağlam şiirler! gidiyorum bu, en görmüş geçirmiş okuru bile hayretlere gark edecek nitelikte bir kült kitap!"

Ya ben lan neyse bi' şey demiyorum.

Sinirimi dizginlemek için birkaç alıntı paylaşayım en iyisi. Tatlı yiyelim tatlı konuşalım hesabı. Ama yani sinirlenmekte haksız mıyım?! Tamam, sakin, evet. Ehem...
  • Ne ikna edici bir intihar biçimidir şimdi göz göze gelmak
  • Bir sırrı vaktinden önce saklayıvermişim
    Cümle coğrafya ve dahi dağları sıkıntı basmış
  • Kendimi bana bırakmak istiyorum.
  • Kuyulardır, derindir, içinde adam vardır
    Yusuf bile düşmüştür Aleyhisselâm!
  • Ah aşk!
    Bir topluluğun fotoğraf çekildikten sonra
    Dağıldığı
    An.
  • İşte sen gülüyorsun
    ve beni daha geniş bir salona almış oluyorlar
  • Sevgili Şeyhim;
    Ben Allah'ı çok seviyorum.
    Onu düşününce içim titriyor; elim - ayağım - soluğum, her şeyim kesiliyor.
    Ama O'na bir türlü açılamıyorum.
    Ne yapmalıyım?
  • Annem de pek beğenir tabancam durur
    Bir penguen gelişir şaşırır ölür
  • Ellerini el olarak tutmak istiyor ellerim
    De ki bunun kaburgamdaki kiliseyle ilgisi yok değildir
    Zaten en az on iki kişiden biri haindir
  • AYAKKABILARINI KAPIMIN ÖNÜNDE GÖRMEYİ İSTİYORUM!
    Çünkü bu,
    Seni seviyorumun içine nal salmak demektir
    Ve hareketinin bana durduğunu akla uydurur.
    Oysa seni sevmem toplumu meşru kılar
    Ve gitmen beni dile indirger sevgilim.
  • Annem beni hep çok sevdi kız gördüm mü ağlıyorum
    Modern bir alışkanlıktır ölmek, seni doğasıya seviyorum
  • Bana kolpa malzedemeden putlar yontma bebeğim
    Sezen Aksu'dan mesela, kanarya'dan, tanrıdan
    Allah'tan demiyorum, çarpılmış gibi korkma
    Kork putların ellerinde patlamasından!
  • İnsan olmak bizatihi sansasyoneldir
  • Biliyorsun zalimin dediği olur ortadoğu'da
    Dur küfretme. Zalimler de Allah'a dahil!
  • Bu sözlerimi cennet ehline aynen ilet sevgilim:
    Devletin bekasının da Allah belasını versin
    Malboranın da!
  • Ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının

    Anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor ne tuhaf...
Dipnot: Kalın sağlıcakla.

11 Temmuz 2015 Cumartesi

Murat Uyurkulak - Har

"Çok, lakin tektik. Yalnız, lakin kalabalıktık."

Har, Murat Uyurkulak'ın Tol'dan sonraki kitabı ve şahsi kanaatimce Tol'u döver. Tol'u çok beğenmiştim halbuki. Ama Har bir başka güzel olmuş ya da bana daha çok hitap etti de diyebiliriz.

On altı babdan oluşan, Bursa'dan Adana'ya on altı ağıt yakarak biten Bir Kıyamet Romanı bu. İki bölümden oluşuyor: Ahd-i Mazi ve Ahd-i Müstakbel. Şimdi bu iki bölümün üzerimdeki etkilerini size anlatmaya çalışacağım. Hadi bakalım.

Bir okur değil de boksör olduğunuzu düşünün. Bu kitabın ilk bölümü idmanlar. Çok güzel bir kurgusu var. Bir bölümde baş karakterimiz Numune'ylesiniz, bir bölümde melekler katında ki melekler de kafaları güzel, kendileriyle dingilli mingilli konuşan varlıklar. Kısa kısa bölümlerle bir yerdesiniz bir gökte. Hızlıca ilk bölüm, yani idmanlar bitiyor. Gülüyor, eğleniyorsunuz. Sonra ikinci bölüm başlıyor. Maça çıkıyorsunuz yani. Yavaş yavaş ısınırım derken dayak yemeye başlıyorsunuz. Kitap sizi yumruk manyağı yapıyor ve ringden sizi süklüm püklüm alıyorlar. Az biraz abartmış olabilirim, olsun.

Kitaba ilk başladığımda üslubu yine kendini çok belli ediyor dedim yazar için. İlginç kelime seçimleri var ama anlaşılır kelimeler. Bir çeşit tekerleme gibi. Kitap ilerledikçe bol bol diyalog okumaya başlıyorsunuz, yani dil günlük konuşma seviyesine iniyor ve kitap da hızlanıyor haliyle. Ardından ikinci bölümde sanki seyir biraz değişiyor ve rüzgarı da arkasına alan kitap üstünüze üstünüze gelmeye başlıyor.

Bu arada tabii ki bahsetmeden olmaz, kitaptaki isimler 'farklı'. Büyük A, Tefail, Numune, Onüç(ler), Xırbolar, Başşal, Netamiye ve tabii ki Yamuklar. Bunların hepsi referans isimler ama bunu kitabı okudukça, sayfalar ilerledikçe anlıyorsunuz ve kitaba daha bir sıkı sarılıyorsunuz. Ben tabii ki uzman değilim; ancak kitapta yaratılıştan yaratıcıya, yaratılanlara, oradan ülkelere ve dillere, tabii ki ülke içi sorunlara, kardeşliğe, kardeşin kardeşe kırdırılmasına dair çok güzel laflar ve tespitler var. Tabii ki yine Tol'da olduğu gibi gerekli siyasi makamlara da ağzını açıp gözünü yumma durumu da var. İşte bu yüzden Murat Uyurkulak çok güzel bir yazar ve okunmayı kesinlikle hak ediyor. Zaten güzel bir adam olmasa kitabı Turgut Uyar'ın dizeleriyle bitirmezdi.

Çağdaş Türk Edebiyatı içerisinde sayabileceğimiz eserleri yorumlarken biraz geriliyorum aslında. Daha doğrusu yazarı veya şairi halen yaşayan eserler hakkında yazmaktan biraz hımmm, nasıl demek lazım, haz almıyorum. Yahu adamlar hayatta, yaşıyorlar, cevap verebilirler. Hahaa, hiç işime gelmez. Şimdi burada Murat Uyurkulak'ı yerecek bir fikrim yok ama olsa rahat rahat yazamayacağım gibi. Anlatabiliyor muyum? Halbuki bir Ahmet Hamdi Tanpınar hakkında, bir Orhan Veli hakkında günlerce methiyeler dizebilirim. Bunu şunun için söylüyorum. Kitap yazmak çok zor (oha, ne alakası var, di mi). Ben bu yüzden yazamam gibime geliyor işte. Yazsam bile ben öldükten sonra yayımlansınlar. Off, düşündüklerimle şuraya yazdıklarım arasında neredeyse hiçbir alaka yok. Anlatamadım. Daha fazla kendimi rezil etmeden bu paragrafı lağvediyorum.

Har, Bir Kıyamet Romanı, 2002-2005 arasında Diyarbakır-İstanbul dolaylarında yazılmış. 2006'da basılmış ve ben 2015'te okudum. Çok erken. Bu kitap ileride daha da değerlenir. O değil de kim bilir biz öldükten sonra ne yazarlar, şairler gelir bu diyarlara. Tıpkı Fatih Sultan Mehmet'in hiç Dostoyevski okuyamaması gibi. Bu arada dün, alemin gelmiş geçmiş en zeki adamlarından Nikola Tesla'nın doğum günüydü. Onu da saygıyla analım ve daha fazla sapmadan yazıyı noktalayalım. Büyük A'ya emanet, kendinize mukayyet olun. Sağlıcakla...
  • Kuyruğu bu kadarcık hikâyeyle düğümlenebilecek hayat bulursanız, bana da getirin, yaşayayım.
  • Zamanın latif bir rüzgâr, hakikatin nazif bir yaprak olduğunu idrak ettiyseniz, hem vakit çabuk geçerdi hem de anlattığınız hikâye güzel olurdu.
  • "Çünkü hakikat boş bi kâğıttan ibarettir, yanıverir..."
  • Hakikatin yerine hakiki olmayanı koymak ne kadar da zordu. Zor, ama bir o kadar da zevkliydi. Bir kez hakikat hudutlarını aştığında, akıl zehir gibi işlemeye başlıyor, kelimeler tuhaf bir kudret ediniyordu. Zira kelime, artık kelimeden fazla bir şey olduğunu biliyordu.
  • "Hoş görmek de bir aşağılama türüdür. İnsanları hoş gören, aynı zaman da hor da görüyordur."
  • İnsanın ruhuna erişeceksen, deliğinden değil yarasından gireceksin.
  • Bir şişman için, bir sakat için en katlanılmaz hal, lanetli bir aynanın karşısında oturmak...
  • Bazen, bir umutla, içinde yaşayan canlının sağlam ve zinde bacaklara sahip olduğunu hayal eder. Uygun bir anda, sözgelimi derin bir sarhoşluk anında, gövdesinden kurtulup ışık hızıyla koşmaya başlayacağını sanır. O böyle firar edince geriye kalan kılıf, boş bir çuval gibi yığılacaktır yere, bir anda karışacaktır toprağa, havaya, salona...
  • Tiksinti... Öyle olur, acıdığına öfke de duyarsın, netice tiksintidir.
  • Tuhaf biri, çünkü hiç tuhaf görünmüyor. Sadece işini yapıyor,...
  • "Bi panzer görünüyo sokağın ucunda, kan sığmıyo, panzer nasıl sığıyo bu sokaklara..."
  • "Ölüyo ninem, ne güzel, ölmiycek hiç bi daha..."
  • - Tamam, peki, onu geçelim... Bari şunu söyle, esmer mi Güzel?
    - Bilmiyorum abi...
    - Nasıl bilmezsin lan...
    - Sevmekten dikkat etmemişim abi...
  • - Bi tane kitap ne yapabilir ki?
    - Devasa camiler inşa eder Numune kardeşim, muazzam kiliseler diker, okyanuslar dolusu kan döker, kan dindirir, milyarlarca hayatı karartır, milyarlarcasını aydınlatır...
  • Yalnızlığın seni üşütsün, başkasını değil.
  • "Okumak mağlupların işidir."

9 Temmuz 2015 Perşembe

Orhan Veli - Hoşgör Köftecisi

"İsmim bana bile lazım değil, sen ne yapacaksın?"

Orhan Veli'nin altı öyküsü, bir çeviri öyküsü (William Saroyan'dan) ve edebiyat üzerine ufak bir söyleşisinden oluşan bir derleme şeklinde çıkarmış YKY bu kitabı. İyi de etmiş. 64 sayfalık ufak bir kitap bu haliyle ama içi dopdolu.

Kendi öykülerinden Hoşgör Köftecisi, Baharın Ettikleri (özellikle sonu çok hoşuma gitti), Öğleden Sonra ve İşsizlik çok çok hoşuma gitti. Duru ve akıcı bir dille yazılmış. Hatta yer yer öykü değil de deneme okuyormuş hissi uyandırıyor insanda. Öyle havadan sudan, denizden balıktan, yemekten içmekten laflıyorsunuz bir süre. Bu hissi okura verebildiğine göre şair olduğu kadar yazarmış da gerçekten Orhan Veli.

Sadece 36 yıllık bir ömre sığdırdığı şiirleri, fikirleri, öyküleriyle Orhan Veli, insanda bir çeşit pişmanlık hissi uyandırıyor. Daha kim bilir ne eserler verebilecekken gencecik sayılabilecek bir yaşta göçüp gitmek... Yakışmamış Azrail. Hoş değil. İşsizlik isimli öyküsünde ismen kendisine ve vezinsiz, kafiyesiz şiir anlayışına dümdüz giydirdiğine de bakarsak kendisiyle barışık ve ne istediğini bilen bir insanmış izlenimi uyandırdı bende Orhan Veli. Söyleşisindeki ifadelerine baktığımda da ileri görüşlü ve 'kaliteli' olduğunu söyleyebilirim.

Yine kitabın sonunda yer alan ufak söyleşide şiiri edebiyattan değil de sanattan saydığını da söylemiş. Edebiyatsa roman, öykü vb. manzum şekliyle düşünülmeliymiş ona göre. İlginç bir yaklaşım. Ama hoşuma gitti. Şiir gerçekten de bir sanat. Okuması bile yeterince zorken yazmasını becerene bence de sanatçı diyebiliriz rahatlıkla.

Tam şu anda tıkandım, yazacak bir şey bulamıyorum. Bakakaldım sanki ben de giden kelimelerin ardından. Serde ne var bilmem. Yazıya burada son veririm, anlatamam.

"Ah, biz küçük burjuvalar, ne sahte, ne yaldızdan ibaret insanlarız. Her şeyimiz yalan. En küçük yalanı, düpedüz yalan söylediğimiz zaman söyleriz. Ya söylemediklerimiz? Korkunç."

8 Temmuz 2015 Çarşamba

Hasan Ali Toptaş - Ölü Zaman Gezginleri

"Caddeden gelip geçen insanlara bakarken, hiçbir şey bitmiyor, diye mırıldandım. Hele geçmiş, hiç bitmiyor. Herkes geçmişini çoğaltıyor sürekli."

Epeydir okumak istediğim bir yazardı Hasan Ali Toptaş. Öyküleriyle başlayayım dedim. Kesinlikle sakin kafayla okunması gereken birisi, onu anladım.

Kelimeleri çok kalabalık ve karmaşık kullanıyor. Yok, bu, demek istediğimi karşılamadı aslında. Bi daha deneyeyim. Karakterleri çok karışık kişiler. Hayalle gerçek, geçmişle gelecek birbirine girebiliyor. Ve muhakkak her öykünün sonunda bir şekilde kafanızı çeliyor. Özellikle Yabu çok fena mesela. Acı mı acı bir sonu var. Aslında sonunda olan şey çok güzel ama işte Yabu'yu mahvediyor. İnternette gördüğüm kadarıyla Yabu'yu 2013 basımlı Heba kitabında yine kullanmış Toptaş. Merak ediyorum çok fena.

Kitaptaki öyküler iki kısma ayrılmış: Ölü Zaman Gezginleri ve Yoklar Fısıltısı. Aslında iki kısma ayrılmış demek doğru olmayabilir. Bu ikisi esasen iki farklı öykü kitabıymış bildiğim kadarıyla. Toptaş'ın yazarlığının ilk yıllarında eserlerini bastırmak için çeşitli zorluklar çektiği biliniyor. Sonradan iki kitabı beraber basmaya başlamış demek ki. 90'lı yılların henüz başında yazılmış bu öyküler. Tabii o zamanlar matbaa bugünkü kadar gelişmemiş, zor yani her önüne geleni basmak.

Kitaptaki çoğu öyküyü, sonunu okuduktan sonra bir daha okumak istiyor insan. Bunun sebebi öykünün sonunun sizi ters köşe yapması değil de kafanızı karıştırması biraz. Bence öyle yani en azından. Lan şimdi ne oldu, nasıl yani demedim değil birkaç öykünün sonunda. İşte bunlar hep kelimelerin gücü adına gerçekleşen birtakım doğa olayları, ünlemler, nidalar vs.

Ölü Zaman Gezginleri kısmında kitaba ismini veren öykü dışında Gökyüzü Gri'yi, Yoklar Fısıltısı kısmında da tabii ki Yabu ile Sümbüller Sen Kokar'ı bir ayrı beğendim. Benim sinemada çok ama çok hoşuma giden iki şey vardır; birisi tek çekim uzun sekanslar, birisi de kameranın hareket ederek cam, pencere vb. nesnelerden geçmesi (dış mekanda çekime başlayın mesela, oyuncu merdivenleri çıkarken kamera da ikinci kata doğru yükselsin ve eve ya da odaya girince kamera da camdan girsin sahne kesilmeden; bunun gibi). Bunu neden söyledim? Hasan Ali Toptaş'ın yaptığı bence edebiyatta bu pencereden geçme işi çünkü. Karakterin kafasının içinde bir tur attırıyor size. Ardından da def ediyor o kafadan. İçeride kalsanız belki de daha iyiydi. Dışarıdayken meraktan kuduruyorsunuz çünkü. Belki de ben abartıyorumdur her zamanki gibi. Sanki yapmadığım şey...

Bu kadar ciddi bir kitabı bu kadar lakayt bir şekilde anlattığım için kendime kızıyorum aslında. Ciddi kitaplar hakkında yazarken böyle olabiliyorum. Herhalde ne yapsam hakkını veremeyeceğimi bildiğimden ellerim ayıp olmasın diye bazı tuşların üzerinde geziniyor ve ortaya bu tip yazılar çıkıyor. Kafam hala kitapta çünkü. Yabu ile Suriye sınırındayım şu anda. Hava sıcak mı sıcak...

Yaşayan en değerli yazarlarımızdan Hasan Ali Toptaş'ın ellerine sağlık. Diğer kitaplarını da mutlaka okumak niyetindeyim. Bence siz de okuyun. Ve kalın sağlıcakla.

"Her şeyi bilmek için erkendi belki, bilmeler yaşamalardan geçerdi ve biz önce yaşayacaktık."
 

6 Temmuz 2015 Pazartesi

John Steinbeck - Fareler ve İnsanlar

"İnsanın yüreğinin iyi olması için akla ihtiyacı yoktur."

Nihayet! Yani nihayet şu kitabı da okuyabildim ve kendime laflar hazırladım. Bu kadar bekletecek ne vardı? İki saatte okunacak bir kitap bu kadar bekletilmemeli. Ben ettim, siz etmeyin.

Nabersiniz?

Fareler ve İnsanlar, Steinbeck'in 1937 yılında çıkan kitabı. Bu da en meşhur kitabı Gazap Üzümleri'nden iki sene öncesine tekabül ediyor. Gazap Üzümleri'ini okuyanlar bilirler ki Steinbeck bir tasvir yapar, anlattığı yerdeymişsinizcesine hissedersiniz yazdıklarını. Çöl anlatsa çöle düşmüş gibi olursunuz, bir göleti anlatsa kenarında mola verirsiniz.

İşte o muazzam tasvirlerinin çok çok küçükleri bu minnacık kitapta var. Üç dört satırlık minik paragraflarda yaptığı çiftlik evi, oda, ahır, insan tasvirleri çok iyi. Onun dışında kitabın büyük kısmı diyaloglardan oluşuyor zaten, çoğunlukla da baş karakterlerimiz George Milton ve Lennie Small arasında.

George ufak tefek ama zeki, Lennie ise iri yarı ama kitabın arka kapağındaki tabirle akli dengesi bozuk biri. Dostlukları imrenilecek cinsten. Tüm kitap bu dostluğa, bu iki dostun hayali olan kendi arazilerini satın alma fikrine sırtını dayamış durumda. Tabii  arkaplanda anlatılan dönemin şartları ve toplum yapısı da gözden kaçacak gibi değil. Yani 'klasik' olarak tabir ettiğimiz eserlerden birisi ile karşı karşıyayız.

Bir tek ben değilimdir muhakkak, öyle sanıyorum ki bu kitabı okuyup Lennie'yi tanıyan ve daha öncesinde bir şekilde yolu Yeşil Yol ve dolayısıyla John O'keefe ile kesişmiş herkes aradaki benzerliği fark etmiştir. Aralarındaki neredeyse tek fark Lennie'nin beyaz, John'un ise zenci oluşu. Yeşil Yol'un 1996'da çıktığını düşünürsek kendi fikrimce Stephen King, Fareler ve İnsanlar'dan sanki biraz faydalanmış gibi gibi.

Gazap Üzümleri'ni okuyalı yaklaşık yedi sene falan oldu sanırım. Üniversite birde okumuştum. Hatırladığım kadarıyla çok etkileyici bir finali vardı. Film gibi aklımda hala. Fareler ve İnsanlar'ın sonu daha da fena. Gerçekten çok zoruma gitti. Tavşanlara şimdi kim bakacak lan?!

Kitabın dostluk üzerine kurulduğunu söylemiştim. İki yan karakteri (hatta ihtiyar Candy'yi de sayarsak üç) de es geçmemem lazım: zenci seyis Crooks ve patronun gelini (Curley'nin karısı, ismi geçmiyor arkadaşın). Bu iki karakter neden önemli peki? Bu iki karakter deliler gibi yalnızlar. İkisi de can atıyorlar dinleyecek birisi olsa da konuşsam diye. Steinbeck o kadar güzel, o kadar alttan alttan anlatmış ki yalnızlığı kitabı bitirince George ve Lennie kadar, ikinci planda kalan bu karakterleri de düşünmeden edemedim. Harikulade!

Kitabın ismine esin kaynağı olan Robert Burns şiirinde de dendiği gibi: "En iyi planları farelerin ve insanların / Sıkça ters gider...". Yazık, çok yazık. Bu gönderme olmasaydı kitabın ismine hiçbir anlam veremezdim ama bu haliyle o bile çok yerinde.

Birden fazla uyarlaması da mevcut kitabın ama sanırım izlersem tabii ki Lennie'yi John Malkovich olarak izlemenin paha biçilemez olduğunu düşündüğüm için 1992 yapımlı bu filmi izlerim. İlginç bir şekilde Gary Sinise hem yönetmiş filmi hem de George Milton'ı oynamış. Pek de oyunculuğunu beğendiğim birisi değildir ama ben de kim oluyorsam.

Toparlamak gerekirse sevgili ahali, hala okumadıysanız iki saatinizi bu kitaba ayırmanızda fayda var bence. Lennie ile tanışın, hayallerine ortak olun, George ne derse onu yapın ve sonra bakalım George ile beraber o zor kararı verebilecek misiniz. Hoşça kalın.

"Kitaplar işe yaramıyor. İnsanın yanında olacak birine ihtiyacı var."

5 Temmuz 2015 Pazar

Alper Canıgüz - Tatlı Rüyalar

"Ve bence hepimizin tek derdi bu Profesör, bu dünyada yalnızız; çok yalnızız."

Tatlı Rüyalar, kendi tanımıyla 'psiko-absürd romantik komedi'. Gerçekten de öyle. Okuduğum ya da izlediğim herhangi bir şey biraz olsun kara mizah ya da absürd öğeler barındırıyorsa benden keyiflisi yok. Bayılıyorum!

İsminden kendini belli ettiği şekliyle zaten düş ve gerçeğin iç içe geçtiği bir kitap bu. Eğlenceli, komik, hızlı, su gibi akıp giden bir kurgusu var. 168 sayfa, aynı gün başlayıp bitirilebilir de yani. Daha ne olsun? Karakterlerin hepsi bir tuhaf. Özellikle Hamit ile Halil İbrahim'in karşılaştıkları ilk andaki diyalogları muh-te-şem! Kahkaha attırıyor insana.

Nispeten yakın bir tarihte Murat Menteş'ten Korkma Ben Varım'ı okumuştum. Aslında bu iki kitap birbirinin kopyası gibi bir yerde. Yani ne bileyim, absürdlük olsun, kurgu olsun, hız olsun... Gerçi bu beni rahatsız eden bir durum değil. Ara sıra böyle kafa dağıtıcı kitaplar okumakta fayda var. Alper Canıgüz'ün diğer kitaplarını da okumayı düşünüyorum, onlar da Tatlı Rüyalar kadar enerjikse olaylar olaylar yani.

Kitabın en ön plandaki karakterlerinden birisi bir profesör olduğundan ve alanı da psikoloji olduğundan kitapta hatrı sayılır derecede teknik terim de var. Freud, Schopenhauer (inanır mısınız, tek seferde doğru yazabildim), psikanaliz, çözümlemeler, hele hele öğrencilerin rüyalarını anlattıkları ve bunların yorumlandığı anlardaki diyaloglar bu kitabı hahhaa, nihaha, hohahaa nidalarıyla okunur kılıyor. Ya da ben anırarak okumayı seviyorum, bilemedim.

Tatlı Rüyalar'ın ilk basımı 2000'de yapılmış. Ben bu satırları yazarken İletişim Yayınevi'nde yazdığına göre Haziran 2015 itibariyle 19. baskısını yapmış. Demek ki okunuyor. Güzel bir haber. Daha da okunur umarım. Bu tip hızlı okumaya elverişli kitaplar aslında kitap okuma alışkanlığı edinmek için de birebir diye düşünmüşümdür hep.

Böylece bir kitabı daha geride bırakmış olmanın yarattığı boşlukla sözlerime son veriyorum. Kitapta ağır olarak nitelendirebileceğim iki alıntıdan birisiyle yazıya başlamıştım, bir diğeri ile de yazıyı bitireyim. Kalın sağlıcakla efendim.

"İnsanın, gerçeğine katlanamadığı bir hayata dişiyle tırnağıyla sarılması iğrenç değil de nedir?"

3 Temmuz 2015 Cuma

Kadir Aydemir - Sonsuz Unutuş

"Duvarda sabit bir noktaya bakıp, zamandan da hızlı, neler düşünüyorsun?"

38 tane kısa öyküden oluşan bir kitap Sonsuz Unutuş. Kısa derken gerçekten kısa. Bir iki sayfalık öyküler. Kitabın sonundaki iki üç tane nispeten uzun olan (dört beş sayfa) öyküyü istisna kabul ettim tabii.

Vakti zamanında katıldığım okuma etkinlerinden birinde hediye edilmişti bu kitap bana pinuccia tarafından. Kendisinin etkinlikleri hala devam ediyor. Tavsiye ederim, katılmak lazım. Mesela bu kitap bana ismen imzalı geldi sayesinde. Oturduğunuz yerden isminize gönderilmiş yazar tarafından imzalı bir hediye almak hiç de fena değil.

Öykülere ve kitabın içeriğine dair şunu söylemem lazım ki Kader Aydemir'in farklı mı farklı bir hayal dünyası var. Yani yaptığı benzetmeler, kişileştirmeler falan gerçekten ilginç. Bu yüzden bu kitaba bir şans vermek lazım. Çağdaş Türk Edebiyatı'nda öykü yazan çok fazla isim yok, böylelerinin kıymetini bilmek gerek.

Söylemezsem çatlayacağım bir şey de şu: öyküler çok kısa olduğu için seri bir şekilde okunamıyor kitap ya da ben okuyamadım. Şiir kitabı okumak gibi bir deneyim oldu benim için. Ha deyince kafamı dağıtıp farklı bir öyküye, bir başkasına, bir başkasına... devam etmek yoruyor beni. Kafamı karıştırıyor ayrıca. Tabii fark edeceğiniz gibi bu tamamen benim sorunum.

Hazır yazının uzunluğu ortalama olarak kitaptaki öykülerden birisinin uzunluğuna erişmişken ben de yavaştan gideyim. Yazı biraz havada kalmış gibi olsun, havalı olsun. Sağlıcakla...