5 Nisan 2015 Pazar

Mesele

Karşı duvarda bir saat var. Mutluluğun resmi motifli bir saat. Hani bir karyola var, anne baba ve bilmem kaç tane çocuk da içinde yatıyor. Hepsi gülümsüyor. Hah işte, saatin deseni o. Bir de tavuk var yatağın yanında, onu da atlamayalım. Ben iki aydır o saatle göz göze geldiğim kadar tüm hayatım boyunca kendimle göz göze gelmemişimdir. Aynaya bakmayı sevmem çünkü. Benim hakkımda her şeyi bilen birisinin gözlerimin içine içine bakması çok rahatsız edici. Huzursuz olurum. Yüzümdeki maskenin ardını görebilmesinden hazzetmem. Kendimle barışık değilim diye de özetleyebiliriz sanırım. Neyse, zaten mesele o değil. Mesele saat.

O saat var ya, Allah belasını versin onun. Nefret ediyorum ondan. O kadar karşımda, o kadar görmemek mümkün değil ki akrep, yelkovan ve saniye üçlüsünün yapabileceği bütün kombinasyonları gördüm adeta. Hatta bugün saat ikiyi on iki falan geçe akrep yelkovanın altında bi kayboldu, sadece iki elemana indi görüntü diye telaşa kapıldım ki bu da içinde buulunduğum tutarsız durumu çok güzel anlatıyor.

İçinde bulunduğum tutarsız durum nedir o halde? Şudur ki geçen hafta babam saati ileri almak için duvardan indirdi bir dakikalığına, indirmiş daha doğrusu ben (nasıl olduysa) başka bir yere bakarken. Gözüm saate gitti ki aman Allah'ım, uçsuz bucaksız bir duvar. Çöl gibi. Ameliyat başlamadan önce bir 'şey' enjekte ediyorlar. Beş on saniye kadar acayip başınız dönüyor. Yattığınız yerde olmasanız garanti düşersiniz, bir de saniyelerin ne kadar uzun zaman dilimleri olduğunu anlarsınız. Ama dediğim gibi, mesele bu da değil. Mesele ne? Saat.

Ben o duvarı öyle görünce başım tıpkı o ameliyat öncesi gibi döndü, midem bulandı bir an. O kadar alışmışım meğersem, o kadar benimsemişim ki bir hücrem, hatta organelim ve hatta abartayım, sistemim olacak kadar yer etmiş bende. O lanetler yağdırdığım, ne diller döktüğüm saat benim en büyük alışkanlığım olmuş ben farkına varmadan. Şu anda yine ona bakıyorum, on iki buçuğu gösteriyor. Yüz altmış beş derece açı yapmış ekreple yelkovan. Sabah yeni kalkmış da geriniyor sanki. Dingil. Yalnız aile çok mutlu. Hiç bozmuyorlar. Şahane.

Alışkanlıklar. Farkına varmadan edindiğimiz alışkanlıklar. Felaket derecede bağımlı hale getiriyorlar insanı. Şu anda ben o saatten bildiğiniz sayıyorum. El pençe divan duruyorum karşısında. Saatten saydığım kadar saati sayıyorum da. Saatleri sayıyorum; günleri, haftaları, ayları sayıyorum. Ama yine söylüyorum, mesele bu değil. Mesele ne? Saat ulan saat!

Ben bir kez daha Ahmet Hamdi'nin ellerinden öpeceğim. Çünkü o kadar güzel bir laf etmiş ki Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nde. Bakın, ne diyor: "Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır." İçinde bulunduğumuz şu anda bana yeryüzünde bundan daha fazla anlam ifade edebilecek bir cümle yok. Birisi gelip senin adın Mustafa dese şüphe duyabilirim, bu cümleden duymam mümkün değil. Birisi gelip sen aslında yoksun dese, haha, yok be, o iyiliği yapacak babayiğit nerde. Bu arada, Ahmet Hamdi aynı kitapta şöyle de der: "Ayar saniyenin peşinden koşmaktır." Ben şimdi gidiyorum ve saniyenin peşinden koşmaya devam ediyorum. Anlayacağınız, bugünlerde mesele, olmak ya da olmamak değil; bütün mesele saat bugünlerde.

Tik tak, tik    tak, tik...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder