17 Ocak 2015 Cumartesi

Fyodor M. Dostoyevski - Ev Sahibesi

1847 yılından hepinize merhabalar. Kronolojik Dostoyevski okuma turnemde bu kez durağım Petersburg (yine Petersburg da diyebiliriz).

79 sayfalık bir eser (novella) Ev Sahibesi. Bu sefer hastalıklı bir karakterin, Ordinov'un gözünden aşk, yalnızlık, sosyal hayattan soyutlanma gibi kavramlar üzerine konuşmuş Dostoyevski.

Açıkçası öyle çok çok beğendim diyemem bu sefer. Sonu biraz laaaps diye bitmiş, sanki eksik sayfa var. 'Ha, iyi, oldu o zaman, hadi görüşürüz' minvalinde bir tepki verdim kitabın sonunda.

Ordinov'un sosyal hayattan soyutlanması aslında bilim düşkünü bir insan olmasından kaynaklı. Eve kapanıp çalışmayı seviyor. Ama tabii kitaptaki olayların gelişebilmesi için bir ara dışarı çıkması gerekiyordu, çıktı da. Ve Katerina'yı gördü. İşte orada film koptu sayın seyirciler. Kitabın buradan sonrasında özellikle Ordinov-Katerina diyaloglarında, anlarında hayal ve gerçek birbirine karışıyor. Biri birini mi vuruyor, yoksa hayal midir nedir derken bir şey oluyor; arınıyor her şey adeta. Gerçi kitap çok ince olduğu için pek yormuyor insanı.

Ev Sahibesi de Dostoyevski'nin ilk dönem eserlerinden birisi olduğu için insana biraz sıkıcı gelebiliyor. Eserlerini yazdığı tarihlere baktığımızda bu kitapla beraber 1847, 1848 ve 1849'da epey etkin olduğunu ama ondan sonra bir daha ta 1857'de (tarihler değişebiliyor, 1860 öncesi diyelim) yeni bir kitap yazdığını görüyoruz Dostoyevski'nin. Peki, neden?

Bunu anlamak için Dostoyevski'nin hayatını incelememiz lazım biraz. Ev Sahibesi'ni ve ardından Bir Yufka Yürekli'yi yazıp beklediği eleştirileri alamayınca politikaya atılmayı denemiş ve sürgün yemiş, Sibirya'ya gönderilmiş. Bu dönemin geçmesi, adeta hayata geri dönmesinin ardından sanırım hepimizin bildiği 'Dostoyevski' olmuş. Bu ikinci yazarlık dönemindeki eserleri de umarım günün birinde burada anlatacağım. Zira kronolojik okuma kararımı alma sebebim olan Suç ve Ceza tam olarak Sibirya sürgününde kafasında yer eden suç ve cezalandırma kavramlarının ürünü bir kitap. Yıllarca irdelediği düşüncelerin sonunda bugün tüm edebiyat çevrelerince her daim en iyi kitaplar arasında gösterilen Suç ve Ceza'yı kaleme aldığını düşünürsek Dostoyevski'nin bu ikinci yazarlık dönemi eserlerini daha bir iple çektiğimi söyleyebilirim.

Yazdıkları üzerinden Dostoyevski'nin ayak izlerini takip etmeye Netoçka Nezvanova ile devam edeceğim ama araya birkaç kitap serpiştirmem lazım. Bir sonraki görüşmemize kadar kendinize iyi bakın efendim. Kapanışı kitaptan bir alıntı yapıyorum, hoşça kalın.

"Düşünce, acıdan, kederden gelir, keder doğurur. Mutluluk istersen, düşüncesiz yaşayacaksın."
 

13 Ocak 2015 Salı

Antoine de Saint-Exupéry - Küçük Prens

Sayfa sayısıyla bu kadar orantısız derecede bilgi barındıran kitap azdır sayın seyirciler. O neydi öyle? Gerçekten konuşulduğu kadar varmış Küçük Prens.

Küçük gezegeninden gelen ve bize mükemmel dersler veren, hikayeler anlatan bir prens Küçük Prens. Toparlayamıyorum, en iyisi kitaptaki bir sürü fikirden yola çıkarak bir şeyler yazayım. Bir kitap yazısından çok halet-i ruhiye yazısı olabilir bu saatten sonra bu kayıt. Hadi bakalım.

Prensimizin gidip gördüğü altı gezegenden bize anlattığı çeşitli düşünceler var: otorite, kendini, beğenmişlik, ayyaşlık (utancı unutma çabası), iş adamı, fenerci ve coğrafyacı. Düşünce olmadı gerçi hepsi, içerikler diyelim. Hepsinde gerçekten mükemmel diyaloglar var. Bu altı gezegeni gezmeye başlama kısmına kadar çocuk kitabı diyebilirdim ama burası ve buradan sonrası ı ıh, katiyen olamaz. Yetişkinlere çok daha fazla mesaj veriyor bu kitap.

Kitabın anafikri aslında içindeki bir iki sözde geçiyor 'En iyi, yüreğiyle görebilir insan. Gözler asıl görülmesi gerekeni göremez.' ve 'Gülünü senin için bu kadar önemli kılan, ona harcadığın zamandır.' gibi. Kitabın genel içeriğinin de yalnızlık, sevgi, dostluk gibi kavramlar olduğunu düşünürsek biraz 'değer bilme'nin öneminden bahsediyor da diyebiliriz.

Kitabı okuyanlar gül muhabbetini anımsayacaklardır. Prensimizin üzerine titrediği ve türlü şirretliklerine rağmen bir türlü vazgeçemediği, Dünya'da binlerce benzerini görmesini rağmen onun tek olduğuna inandığı gülü. Yazarın bu gülü eşi Consuelo'dan esinlenerek karakterize ettiği şeklinde büyük bir inanış var edebiyat çevrelerinde gördüğüm kadarıyla. Haksız değil gibiler, zira Consuelo'nun vatanı olan El Salvador, Volkanlar Diyarı olarak biliniyormuş. Yine kitabı okuyanlar prensimizin, gezegenindeki en temel işlerinden birisinin aktif (2) ve sönmüş (1) volkanları temizlemek olduğunu hatırlayacaktır. Yani kendini de kitaba öyle bir katmış ki Saint-Exupéry, takdir etmemek elde değil. Çetin bir evlilikleri ve fırtınalı bir ilişkileri olmasına rağmen sürekli eşini yanında tutmak istemiş.

Yukarıda yaptığım iki alıntıyı rastladığı tilkiden öğrenmişti prensimiz. Yine aynı tilkinin öğrettiği bir şey daha var kitapta: evcilleştirme. Hakikaten süper bir açıklama da eklemiş evcilleştirme ile ilgili: "Sen, benim için, diğer yüz bin küçük oğlan çocuğuna benzeyen bir oğlan çocuğundan başka bir şey değilsin şimdilik. Sana ihtiyacım yok. Senin de bana ihtiyacın yok. Ben de senin için, diğer yüz bin tilki gibi bir tilkiyim yalnızca. Ama, beni evcilleştirirsen, birbirimize ihtiyaç duyarız. Sen benim için dünyada bir tanecik olursun. Ben de senin için dünyada bir tanecik olurum...".

Tabii evcilleştirmenin bedeli olarak gözyaşını vurgulamayı da ihmal etmiyor. Kitabı bitirdiğimde hissettiğim de tam olarak buydu işte. Kitap, bizi evcilleştirip kendisini bizim için bir tanecik yapıyor ve ayrılma vakti geldiğinde gözyaşlarımızı tutamıyoruz. Evcilleştirdiğimiz şeyin sorumluluğunu da kabul etmemiz gerektiğini eklemeyi unutmamıştı zaten tilki kardeşimiz. Kitaplığımızdaki en güzel yerlerden, en kolay ulaşılır yerlerden birisini kendisine layık görüyoruz o halde. En az haftada bir okunabilecek bir referans kitabı olarak kullanmak mümkün Küçük Prens'i.

Hakkında daha saatlerce konuşabilirim kitabın ama durmak ve o uzaktaki yıldızdaki koyunun çiçeği yiyip yemediğini düşünmem lazım. Sorumluluk aldık bir kere. Yerine getirmek lazım. Ve bundan sonra her yıldıza baktığımda istemsizce gülümseyeceğimi biliyorum. En azından oralarda bir yerde gülümseyen bir dostum olduğunu bileceğim. Varsın deli desinler.

İnternette her yerde zilyon tane alıntı bulmak mümkün kitaptan (örneğin). Hatta bana sorsanız yapılan alıntılar kitabın toplamından fazla eder. Ben, aşağıdaki alıntıyla bitirmeyi uygun gördüm. Okumamış olanların da en kısa zamanda bir saatini ayırarak bu kitabı okumasını diliyorum. Hoşça kalın.

"İnsanların hiçbir şey öğrenecek vakitleri yok artık. Her şeyi satıcılardan hazır alıyorlar. Ama dost satan bir satıcı olmadığından, insanların dostları da yok artık."

Dipnot: Bu kitabı bana hediye ederek daha geç olmadan okumamı sağlayan can dostum güzel insana teşekkür ederim. Var olsun.

12 Ocak 2015 Pazartesi

Marcel Proust - Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde (Kayıp Zamanın İzinde, #2)

Bu seriye bayılıyorum. Edebi kaliteden taviz vermeksizin kendimden geçerek Balbec'in sırtlarında okudum adeta bu kitabı ben. Yer yer kapıyı pencereyi kapatıp istirahate çekildim, yer yer at arabasıyla kır gezilerine katıldım, yer yer konserlerde coştum eğlendim. Ama en önemlisi aşk, mutluluk, mutsuzluk, ilişkiler, kıskançlık gibi konularda müthiş tespitler okudum. Bu seriye bayılıyorum.

Adını hala öğrenemediğimiz (hiç öğrenemeyecek de olabiliriz bu gidişle, biliyorsanız da söylemeyin ama lütfen) anlatıcımızın gençlik dönemindeki hisleriyle düşünüp kendi yağımızda kavruluyoruz bu eserde. Büyük laflar etmiş gerçekten Proust. Zaten belli sayfalarda yapmaktan hoşlandığı bir şey var. Mesela bundan yıllar sonra zaten göreceğimiz gibi tam da burada anlattığımız gibi olacak gibisinden cümleler kuruyor. Kendi eseri içerisinde kendisine referans veriyor adam, hem de ilerideki kitaba. Deli ediyor beni. Çatlayacağım bu gidişle meraktan. Hızlı da okunmıuyor ki bir an önce bitsin.

Ama yok, bitmesin bir an önce. Çünkü yedi kitaplık bu seri bittiğinde tahmin ediyorum ki bir kitaptan beklenti katsayımın değerini (şu anda uydurdum ama bence güzel bir katsayı oldu), bariz şekilde yukarı çekecek. Çok daha dolaşırım buralarda hey gidi Kayıp Zamanın İzinde diye. Ben de henüz okumadığım kitaplara ancak bu kadar referans verebiliyorum işte. Aramızdaki farkı görün.

Roza Hakmen'e yine bir paragraf ayırmak ve bir önceki yazıda söylediğim bir konuda hakkını teslim etmek istiyorum. Evet benim gibi cahil ama geç olsun güç olmasın insanları, 'smart'ın İngilizcede giyim kuşam bakımından 'şık' gibi bir anlamı da varmış. Baktım, öğrendim. Aslında bizde ona daha çok 'jilet gibi (cilet gibi de dendiği olur)' denir. Demek ben ondan şeedememişim ilkin. Ehem...

İlk kitap Swann'ların Tarafı ve ikinci kitap Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde ilk olarak 1913'te basılmışlar. Serinin bir sonraki kitabı olan Guermantes Tarafı ise 1920'de basılmış. Son kitap Yakalanan Zaman ise 1927'de yayımlanmış. Hani biraz önce dedim ya ileriki kitaplara bariz atıflarda bulunmuş diye, hah işte, ben o dönem yaşasam kafayı yiyebilirmişim. Sanırım şu anda Buz ve Ateşin Şarkısı serisinde de aynı durum söz konusu. O yüzden onu okumuyorum, bekletiyorum. Ama o seri çok daha akıcı ve olaya dayalı olduğu için unutulabilir. Kayıp Zamanın İzinde'yi isimler haricinde unutmak pek olası değil gibi geliyor bana. Çünkü her şey fikir gibi. Vay arkadaş, adam ne yazmış be. Bi çay koyayım bari...

Aklıma gelmişken söylemek istediğim bir şeyse şu: kitaptaki isimlere taktım sanırım ben biraz. Bütün kız isimleri sanki aslında erkekmiş gibi geliyor kulağıma, Albertine mesela. Fransızcaya aşina olmamamdan mı kaynaklı acaba bu durum?

Genel olarak Marcel Proust ile ilgili olarak da şunu eklemek istiyorum. Olanı biteni, her şeyi, yalansız dolansız anlatmış adam. Hayatını kendi eliyle deşifre etmiş. Proust diyorum çünkü kendi hayatından izler taşıdığı biliniyor zaten kitabın. Ne kadar kısmı kurgu olduğu beni çok bağlamıyor şu anda. En derindeki lafların hepsinin kendisiyle de bir şekilde alakası olduğuna inanıyorum. Takdire şayan bir cesaret örneği bana sorarsanız.

Kitap yine altı çizilecek uzuuuun alıntılarla dolu. Şu anda bendeki kitabı eline alan birisi okumamışım da boyama kitabı olarak kullanmışım diye düşünebilir. O derece. Cümleler vs. uzun olduğu için işaretlemeye bir başladı mı insan, kalemin ucu bitiyor neredeyse. Ama kısa ve vurucu ifadeler de yok değil. Belli bir kalıbın adamı değil Proust. Her türlü yazmış. Ben bir iki tanesini buraya not almak istiyorum kısa olanların:
  • Zeki insanların rahatsızlıklarının dörtte üçü, zekalarından kaynaklanır.
  • Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki, bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.
  • Gün içinde sahip olduğumuz zamanın miktarı esnektir; hissettiğimiz tutkular bu zamanı genişletir, hissettirdiğimiz tutkular daraltır, alışkanlıksa doldurur.
  • Hayatımızı bir insana göre kurarız, artık onu hayatımıza kabul edebileceğimiz an geldiğinde, o insan gelmez, sonra bizim için ölür ve biz de sadece onun için hazırlanmış olan şeyin içine hapsolup yaşarız.
  • Bir odaya eşyaları dikkatimiz yerleştirir, alışkanlığımızsa onları kaldırıp bize yer açar.
  • Fotoğraf, gerçeğin bir kopyası olmaktan çıkıp bize artık mevcut olmayan şeyleri gösterdiğinde, yoksun olduğu haysiyeti bir ölçüde kazanmış oluyor.
  • Elstir, insanın, idealinin gerçekleşmesini sadece düşüncenin gücünden beklediği gençlik çağını geride bırakmıştı.
Sırada serinin en uzun kitabı var. Herhalde onu da bir, bir buçuk ayda falan okurum. Okumayınca yazmıyorum, blog ıssız kalıyor. Eee, ünlü bir düşünürün de dediği gibi: her şeyin bir şeyi var. Çok şaapmamak lazım.

Esen kalın efendim. Yol uzun, Guermantes tarafını yürüyeceğim bu sefer. Görüşmek dileğiyle...