29 Haziran 2014 Pazar

Oğuz Atay - Bir Bilim Adamının Romanı: Mustafa İnan

Oğuz Atay okumalarına bir biyografi ile devam ettim sevgili gönül dostlarım. Orhan Gencebay çalıyor da arkada, idare edin bu akşamlık beni.

Mustafa İnan hocamızın hayatını biyografik bir roman şeklinde sunmuş bize Oğuz Atay. Kaldı ki kendisi de bir dönem Mustafa Hoca'nın öğrencisiymiş. O yüzden kitabı biraz daha ilgiyle okudum diyebilirim. Bu ilgimin karşılığını da aldım kitaptan. Daha ne olsun?

Türkiye'de mekatroniği kuran adam desek sanırım yanlış olmaz Mustafa İnan için. Bir bilim adamı oluşu kendisini çok iyi açıklayamıyor halbuki, daha doğrusu çok ama çok eksik açıklayabiliyor. Çünkü kendisi gerçek anlamda kültürlü, hatta adeta ayaklı kütüphane diyebileceğimiz bilgi birikimine sahip birisiymiş. Düşünün ki fen bilimleri çıkışlı Mustafa İnan'ın en büyük zevklerinden birisi dilleri ve kelimeleri incelemek, kökenleri bakımından kelimeler üzerinden ilişkiler kurmakmış.

Bunu yanında Divan Edebiyatı'na olan sevdası ve her türlü ortamda ve durumda ezberden duruma uygun bir şiir okuyabilmesi, bunları yukarıdaki hevesi ve ilgisinin de yardımıyla açıklaması da işin bir başka boyutu. Böyle dolu dolu bir insanın bilim adamı olması ülkemiz için çok büyük öneme sahip bence. Neden peki? Çünkü bana şu anda Türkiye'nin herhangi bir üniversitesinin rektörünün Mustafa İnan kadar donanımlı olabileceği fikri pek inandırıcı gelmiyor. Dediğim gibi, bana öyle gelmiyor.

Zorluk içinde büyümüş ve sürekli sağlık problemleri çekmiş olmasının yanı sıra, ömrü boyunca rahat bir oh çekemeden göçüp gitmiş bu diyarlardan ne yazık ki Mustafa İnan. Bir akademisyen olarak en takdir ettiğim yönü herhangi bir konuyu karşısındaki kişinin anlayabileceği en uygun dille anlatma kabiliyeti oldu diyebilirim. İnsanların seviyesine göre o ya da bu şekilde, ama mutlaka bir şekilde işin doğrusunu ifade edebiliyormuş. Şimdi aramızda bazılarına bu çok basit gibi gelebilir ama ı ıh, gelmesin yani. Kazın ayağı öyle değil. Bu deyimi de hep kullanmak istemiştim, bugüne kısmetmiş.

Teknik olarak kitaptan bahsedecek olursam ilk olarak şunu söylemem lazım ki ağır bir kitap. Oğuz Atay'ın varlığı aşikar yani kitapta. Öyle oturayım da iki günde okuyayım dememek lazım, telef olursunuz. Ben bir ayda okudum mesela, sindire sindire. Yine uzun paragraflar var kitapta, tıpkı her Oğuz Atay eserinde olduğu gibi.

Kitabın önsözü Mustafa İnan'ın en iyi arkadaşlarından Cahit Arf'e ait. Kendisi olağanüstü bulmuş olmasa da kitabı beğenmiş. Ancak bu kadar yazılırdı demiş Mustafa'nın hayatı. Yalnız işin güzelliğine bakar mısınız arkadaşlar; kitap Mustafa İnan hakkında, yazar Mustafa İnan'ın öğrencilerinden Oğuz Atay, önsöz de Cahit Arf'in. Şimdi ben kendi çevreme bakıyorum. Neyse ya tamam, bakmıyorum. Moralim bozulacak gibi oldu. Çok zorlamayayım ben.

Daha fazla lafı uzatmayayım. Çok içten gelerek rica edeyim, bu kitapla insanları tanıştıralım. Daha doğrusu Mustafa İnan gibi hocalarımızı tanıyalım. Eğitimci nasıl olur, nasıl olmalıdır öğrenelim böyle değerlerimizden. Paraların arka yüzüne bu insanların yüzlerini basmayla olmuyor. Okuyup öğrenmemiz, tanımamız lazım. Hiçbir şey olmasa bir insanın hayatını öğrenmiş oluruz ve onun tecrübelerinden faydalanırız. Bence en azından bu kadarı olur yani.

Son olarak bir notu da ekleyip bitireyim. Bu kitap aynı zamanda MEB'in Türk ve Dünya Edebiyatı'ndan 100 Temel Eser listesinde yer alıyor. İki saattir boşuna çene yormuyorum yani, hakikaten önemli bir kitap. Bu bilgiyi de paylaştığıma göre huzurlarınızdan gönül rahatlığıyla ayrılabilirim. Hoşça kalın efendim.

Dipnot: Son anda aklıma geldi. Herkese güzel bir Ramazan ayı dilerim. Önemli olan insan olmak. Lütfen ağacı  sevelim, yeşili koruyalım ve ayıları öpelim.
 

26 Haziran 2014 Perşembe

Sait Faik Abasıyanık - Semaver

Bir aydan fazla zamandır kitap bitiremiyordum. Bugün azmettim ve şeytanın bacağını kırdım. Halbuki okurken de içten içe hep 'oha ya, niye onca zamandır okumamışım gene, şu keyife, şu laflara bak' diye geçirdim yine. Şimdi ben her şeyi kitap okumaya bağlayabilen artist bir insan olduğum için bir kez daha bağlıyorum ve diyorum ki kitap okumanın tadı başka hiçbir şeyde yok. Annemin sarmasının tadı da hiçbir şeyde yok ama onun konumuzla alakası da yok. Geçelim.

Türk Edebiyatı'nda öykü yazarı denince akla sanıyorum ki ilk Ömer Seyfettin gelir, şaşmaz yani. Net. Halbuki işin içine girsek mutlaka ama mutlaka daha farklı ve bize hitap etme ihtimali daha fazla olan yazarlar da bulacağız. Bu da net. Kaldı ki ben yer yer Ömer Seyfettin'in epey psikopat bir insan olduğunu da düşünmüşümdür. Bomba, Diyet vb. bazı hikayeleri çocuklar için hiç de uygun değiller bence. Peki, ya Sait Faik nasıl?

İtiraf etmem lazım ki ilk kez okudum Sait Faik ve size şöyle söyleyeyim, Mustafa Kutlu okurkenki doğallığı hissetim öykülerinde. Zahmetsizçe yazmış sanki. Kötü anlamda değil tabii bu. Günümüz tabiriyle kasmamış yani. Kalem akıp gitmiş. Zaten ömrünce de yazarak para kazanma gibi bir çabası olmamış Haldun Taner'in kitabın sonunda belirttiğine göre.

Nasıl yazmış o halde? İçinden geleni olabilecek en sade ve basit haliyle yazmış. Herhangi bir öykünün sonunda şok edici bir cümle aramamak lazım; çünkü öyküler bittikleri yerde bitmeyip devam etselermiş birkaç sayfa daha hiç sırıtmazmış. Günlük olağan şeyleri de yazmış, bir nevi anı da yazmış. En belirgin özelliği sanırım ufak detayları yazması sürekli. Yani ne bileyim, çorap söküğünü yazmış mesela adam. Tabii bunu şimdi örnek olsun diye salladım ben. Ama gidip de sonunda 'İşte o adam Einstein'dı!' diyeceği bir ortam oluşturmamış. Tabii bunlar hep rahat okunmasını sağlıyor öykülerin.

En kilit noktalardan birisi de yine Haldun Taner'in bahsettiği gibi öykülerinde bir şeyleri savunmaya ya da alttan alttan bazı görüşleri yedirmeye çalışmayıp günlük yaşantıyı olduğu gibi yazmış olması. Adam adeta sevgi ve pozitif düşünce timsali diye düşünmedim değil okurken.

Bu arada ben kitabı Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları baskısından okudum. Sayfaların diplerine eski kelimelerin anlamlarını yazmışlar. Takdir ettim bu davranışlarını, kendilerine buradan teşekkür ediyorum.

Sait Faik'in ilk eseriymiş ayrıca Semaver. Ben diğer eserlerini de sırayla okuyayım o zaman. Siz de okuyun. Hatta belki de okudunuz. Artistlik yapın bana o zaman, ezin beni. Hak etmiş olabilirim.

Kitapla o kadar alakasız bir şey söyleyesim var ki şu anda, söylemezsem içimde kalır. Bugün kan tahlili yaptırmak için kan verdim. Beş tüp kan aldılar! Ağırlık merkezim şaştı lan resmen. Yalnız teknoloji çok ilerlemiş. Eskisi gibi şırıngayı (tamam tamam, enjektör) batırıp kendileri çekmiyorlar. İğnenin ucunu takıyorlar, kan kendisi geliyor. Benim kanımda da biraz oynaklık varsa demek ki hiç yok ben gelmem falan demedi. Adam iğneyi çıkarmasa hepsi şarıl şarıl, gürül gürül akacak. Bu paragrafın anafikri: Lan arkadaş, kan vermeye gidiyoruz. Bari hemşire falan alsaydı. Niye o eleman aldı ki yani? Nalet olsun, sebep neydi ki?

Hadi ben gideyim artık. O hadiyi de cümlenin başına eklemeden konuşamıyorum bile. Yazımı da etkiliyor onun için. Hadi görüşürüz. :)
 

22 Haziran 2014 Pazar

Kindle Paperwhite

Aslında bu yazının başlığı 'Nalet Olasıca Kırmızı Zambak, Senin Yüzünden Kitap Okuyamaz Oldum, Yaşama Sevincimi Kırdın, Sebep Neydi ki?!' olacaktı ama isyankar bir liseli profili çizmek istemediğim için artistik, entel ve de marjinal görünebilitesi (görünebilite, evet, böyle kelimeler varmış) olan bir başlık seçtim. Zaten anafikrimiz de yeni oyuncağım Kindle olduğu için böylesi isabet olabilir diye düşünüyorum.

Havalar ısındıkça gevşeyen ve bir şey yapamaz hale gelen birisi olduğumu daha önce n kez söylemiştim, şimdi (n+1) oldu. Ha, gerçi sonsuzdan bahsederken (sonsuz + 1) de pek anlamlı olmuyor ama olsun. Maksat hafızaları tazelemek.

Yirmi beş buçuk yaşımdan gidiyorum ve hayatımda kendim için, yani kendime bir eşya, kıyafet ya da ne bileyim işte, kendime dair bir şeyler satın almışlığım bir elin parmaklarını geçmez. Sanırım o zinciri çok fena kırdım. Hevesim yok gerçi, ondan hep bunlar. Alıyorsun da ne oluyor? Minimalist bir insan(d)ım, bildiğin kapitalist oldum anlayana kadar.

Son dört yıldır neredeyse tüm kitap alışverişlerimi internet üzerinden yapıyorum. Yalnız istediğim bazı yabancı kitaplar var ve onları bulamıyorum. Getiren siteler var ama bir aydan falan bahsediyorlar. Onun için artık bir Kindle almam farz olmuştu. Bu sebeple aldım Kindle'ı en çok. Gerçi bugüne kadar almadığıma çoktan pişman oldum ama what can I do sometimes?

Şimdi, ben bu blogda genel olarak kitaplarla ilgili konuştuğum için Kindle'ı biraz tanıtmak istiyorum. Hani belki bir ihtimal nedir, ne değildir bilmeyen vardır. Birilerinin işine yarar, di mi? Neden olmasın yani?

Kindle, Amazon'un elektronik kitap okuma oyuncağı. Oyuncak demeyi seviyorum; çünkü adeta oynuyorum kendisiyle. Çok on numara bir alet. Birkaç özelliğinden kısaca bahsedeyim:
  • Kitap ayracı kolaylığı var, istediğiniz sayfalara ayraç ekleyebiliyorsunuz.
  • Cümlelerin altını çizebiliyorsunuz, notlar alabiliyorsunuz.
  • Bilmediğiniz bir kelimenin üzerine basılı tuttuğunuzda Kindle'de varsayılan olarak ayarladığınız sözlükten o kelimenin anlamı geliyor ekrana. Bunu yabancı dil öğrenmek için mükemmel bir yol olarak da değerlendirebiliriz bence.
  • Bu bilmediğimiz kelimeler  Vocabulary Builder'a ekleniyor ve istediğimiz zaman oradan bir nevi kendimizi test edebiliyoruz. Bilmediğimiz kelimelere çalışabiliyoruz yani.
  • X-Ray diye bir özellik var ki yemeyip yanında yatmak kafi. Kitabı okurken bir karakterin ya da kitaba özel bir terimin vs. üzerine basılı tuttuğunuzda o karakter kimdi veya o terim ne demekti diye açıklamalar beliriyor ekranda. Yani mesela Silmarillion'u Kindle'la okuyan insanlar çok ama çok ama yani çok şanslılar. :/
  • Amazon, Goodreads'i geçen yıl satın almıştı bildiğiniz gibi. Dolayısıyla mükemmel bir Goodreads entegrasyonu var.
  • Aynı şekilde Facebook ve Twitter hesaplarıyla da bağlanabiliyor.
  • 8 hafta şarj ömrü var. Ağlamak istiyorum. :)
  • Gene bir sürü bir şeyler var ama unuttum şimdi heyecandan.
Yalnız Kindle'i ilk açtığınızda internete bağlanıp Amazon ID'nizle kayıt ettirmeniz lazım. Ben o konuda biraz sıkıntı yaşadım. Arkadaş modemi görüyor ama internete bağlanılamadı diye hata verip duruyor. Moralim bozulmadı değil.

Sonra Cengo sağ olsun, hacı iPhone'dan paylaş internet bağlantısını, o zaman olur biliyon mu, dedi ve valla oldu. Kendisini takdir ettim. Arada yine ufak bir entellik yaptım sanki yine, değil mi? Kesin ilerleyen zamanlarda Adsız arkadaşımız yorumlarda o noktaya değinecektir. :))

Her neyse, bağlantıyı o şekilde hallettim ben. Tabii şu anda evdeki modeme bağlanamıyorum yine Kindle ile, iPhone üzerinden sorun yaşamıyorum gerçi; şimdilik bu yeterli benim için.

Kindle'la ilgili söyleyeceklerim şimdilik bu kadar. Sorunuz olursa elimden geldiğince yardımcı olmaya çalışırım.

Diğer bir artistliğimle devam ediyorum: iPhone aldım. Ama bu önemli değil. Sony Ericsson w810i'mle vedalaşmak zorunda kaldım ki bu çok önemli. Dünya üzerinde üretilmiş en kaliteli telefonlar arasında kesinlikle ilk ondadır kendisi. İtirazlar görmezden gelinecektir. Emekliliğinin tadını çıkarır umarım.

Tabii iPhone'u alınca hemmmmen, dakika kaybetmeden Instagram hesabı da açtım. Aha da burası. Beklerim yani. Çok paylaşım yapacağımı sanmıyorum gerçi ama olsun. Dursun bi' kenarda. Kime ne zararı var?

Böyleyken böyle sevgili insancıklar. Dünya Kupası bitmeden kitap bitiremeyecekmişim gibi görünüyor. İlerleyen zamanlarda güzel kitaplarla tekrar birlikte oluruz inşallah diye ümit ediyor ve huzurlarınızdan ayrılıyorum. Hoşça kalın.
 

1 Haziran 2014 Pazar

X-Men: Days of Future Past, Atatürk Arboretumu ve Olaylar Olaylar

X-Men: Days of Future Past
Havaların ısınmaya yüz tutmaya başladığı son zamanlar itibariyle pek az kitap okur oldum. Çünkü neden? Çünkü sıcakları sevmiyorum ve adeta hiçbir şey de yapamıyorum, yapmak istemiyorum daha doğrusu. Gerekli mercilerden rica ediyorum, ben sonbahar istiyorum. Hani onu bi ayarlayabilirsek güzel olacak.

Şimdi, bu yazı büyük ihtimalle biraz uzun olacak. Çoktandır yazmıyorum ve aklıma ne gelirse biraz karman çorman da olsa anlatmaya niyetliyim. Anlatacaklarımı farklı yazılara bölüp insan gibi düzenli iş yapmaya üşendiğimden başlık da biraz değişik oldu. Olur gerçi arada böyle şeyler. Başlayalım bakalım.

Bilen bilir (ne kadar zekice bir başlangıç yaptım yine), vakti zamanında Hobbit'in ikinci filmi ve o geceki seyahatimiz konusunda epey bir gevezelik etmiştim. Bu olayın üzerinden geçen yaklaşık altı ayın ardından ekibi yine kurduk ve bu kez de dört gözle beklediğimiz X-Men'in son filmi olan Days of Future Past'a gittik.

Filmi çok beğendim. Bence tüm X-Men filmleri içerisinde en iyisi olabilir. Yani en azından bir önceki film olan X-Men: First Class ile yarışır, had biraz da X2 ile diyelim. Onun da açılış sekansı dehşet-ül vahşet idi.

Filmin konusuna falan hiç değinmiyorum. Gerek de yok. Hem zaten bilen bilir (bak gene!). Eski ve yeni kadrolar yan yana on numara olmuş, tüm oyuncular süper oynamış. Zaten film başlar başlamaz gaza gelip ilk 'oha'mı 21st Fox logosundaki X harfinin en son sönmesinde dedim. Özellikle bekledim daha doğrusu onu. Böyle ufak detayları seven adamların seveceği tipte filmler zaten bunlar. Mesela sen niye okuyorsun hiç bilmiyorum sayın sanatsal film düşkünü arkadaşım? Şaka şaka, sen de oku da haline şükret. İşte bunlar hep beyin, kafa, falan filan...

Her neyse, filmi geçelim. Ha, unutmadan, jeneriğin sonunu beklemeden çıkanlara da bir şey demiyorum. İşkillenin biraz, o yeter.

Emirgan Korusu'ndan...
Esasında ben sadece filmle ilgili bir yazı yazmazdım buraya ama bu hafta sonunun akışı içerisinde önemli bir yer teşkil ettiği için yazmam gerekti. Şimdi zamanda biraz geriye gidiyoruz: cumartesi sabahı saat 11 suları...

Yaman şoförümüz ve can dostumuz güzel insan Beytullah Mehmet Koyurtgan (aka Beyto) alacaklı gibi kapımıza dayandı. İnsan öyle kapı çalar mı lan? Sabahın köründe rahatsız ediyorsun. Ayıp denen bir şey var. Hayır yani bir de zayıflamış, bir deri bir kemik kalmış (115 kg), bir koysam geberik gidecek. Neyse ki insaflı tarafıma denk geldi de bir şey yapmadım. Hahaa, gerçi Beyto yanlışlıkla üstüme düşse düz asfalt olurum lan ben. Bu konuları çok şey etmeyelim o yüzden. Her şeyin bir şeyi var çünkü.

Kalktık, kahvaltımızı yaptık. Klasik olduğu üzere Sercan'ı alacağız. O niyetle evden çıktık. Hazır vakit varken Emirgan Korusu'na ufak bir kaçamak yaptık (tekrar okurken fark ettim ki kaçamak yaptık deyince burdan türlü türlü anlam çıkar, içinizin temizliğine bırakıyorum). Orayı da gelinli damatlı fotoğraf çekim ekipleri sarmıştı. Yani hesaplamadım ama herhalde metrekareye 0.15 gelinlik falan düşüyordu. Virgülden sonraki n basamağı aşağı yuvarladım bu arada. Emirgan Korusu'nu ilerleyen paragraflarda Atatürk Arboretumu ile kıyaslayıp öveceğim büyük ihtimalle. Emirgan Korusu'na gitme fırsatınız varsa ve hala gitmediyseniz bir an önce düşünün derim ben.

Pek anlaşılmasa da arboretum girişi
Ordan çıkıp, Sercan'ı alıp Atatürk Arboretumu'na doğru yola koyulduk. Atatürk Arboretumu hakkında bir iki bilgi vereyim hemen. İstanbul Üniversitesi Orman Fakültesi'n bağlı, Belgrad Ormanları'na çok yakın bir doğal alan demekte fayda var. Hepsi isimlendirilmiş sanırım 1500'den fazla bitki türü var. Güzel de düzenlenmiş. Özellikle göller mükemmel. Ama en güzel yanı sakin oluşu. Sanırım halen pek bilinmeyen bir yer. Çünkü burdaki gelin damat sayısı Emirgan Korusu'nun dokuz, bilemedin onda biri falan. İnsanların böyle bir yerden haberi olmadığını düşünüyorum.

Daha önce hiç gitmediyseniz kesinlikle gidip görmekte fayda var. Fakat açıkçası biz çok çok çok çok da hastası olmadık. Yani mekan süper ama Emirgan Korusu bence daha güzel. Gerçi bunlar da aslında hep zevk meselesi. Öznel konular, kırmayalım birbirimizi. Şimdi aklıma geldi, şöyle bir kıyaslama yapabilirim kendi adıma. Elime kitabımı alıp saatlerce oturup okuyacağım ve kafamı dinleyip huzur bulacağım mekan Atatürk Arboretumu ise gezip tozacağım mekan da Emirgan Korusu. Şimdi böyle deyince aslında arboretumun bana daha çok hitap ettiğini fark etmiş olabilirsiniz. Ben de kendi içimde böyle tutarsız, ipe sapa gelmez bir insanım işte. İdare edin.

Saat altı buçuk gibi arboretumdan ayrıldık ve Bahçeköy Caddesi üzerinden sahile indik. İner inmez solda bir benzin istasyonu var. Hemen onun yapışığında Pide Ban var. Hah işte! Burayı da yazın bir kenara. Karadenizli ve antika meraklısı bir işletme, tereyağlı kıymalıları meşhur ama ben sütlâçlarını aşırı beğendim. Masaların orasında burasında, duvar diplerinde antika telefon, radyo vs. dizili. Çok değişik ve hoş bir yer yani. Ayrıca buralarda bir yerlerde bir saat fotoğrafı paylaşmış olmam lazım. Aynısından ben de istiyorum diyecek bin kişi bulabilirim diye bir Facebook grubu kurabilirim.

Bildiğimiz göl, evet...
Pide Ban'dan çıkıp evde takıldık biraz ve sinemaya, İstinyePark'a gittik. 23:45'e almıştık biletleri. Yalnız İstinyePark'ın otoparkını ıskaladığımız ilk seferinde arka tarafta aşırının aşırısı lüks bir yere, yerlere girdik. Adını sanını bilmediğim arabalar ve mekanlar vardı. Yüzümüzü kapatıp çıktık hemen. Bağzı insanların yaşam tarzları çok değuşuk!

İki buçuk gibi sinemadan çıktık ve ömrümüzün en uzun, ömrümüzün en kısa yolculuğunu yaptık; çünkü Sercan'ı eve bırakacaktık. Halbuki biz Sercan'ın bizde kalabilme ihtimalini sevmiştik. Ama o yok dedi. Hal böyle olunca şurdan şurası canım, ne olacak mesafesindeki Kartal'a gittik ve Sercan'ı bıraktık. Dönüş yolunda yılların usta şoförü Beyto E-5'i kaçırınca az biraz kaybolmuş sayıldık ama neyse ki kurtardık sonra. Yalnız dönüş yolunda Boğaz Köprüsü'nden geçip sahil boyunca gidelim dedik.

Arkadaş, gecenin mi sabahın mı hangisininse artık, saat dört buçuğunda bile bir yerde trafik olur mu? 15 dakika beklenir mi? Olur. Beklenir. Neresi derseniz, anahtar kelimelerimiz: Bebek, barlar, insanlar, insanlarımız... Detaylara girme gereği duymuyorum. Hem zaten fazla bir hayal gücü kullanmanıza da gerek yok bence. Bir gecede ikinci kez bağzı insanların yaşam tarzları hakikaten değuşuk diye düşündüğümü söylesem yeterli olur.

İşte o meşhur saat
Eve gelirkenki planımıza göre de hemen yatıp sabah dokuzda kalkacağız ve Garipçe'ye kahvaltıya gideceğiz. Olaylar olaylar, evet. Eve gittik, yattık, biraz sonra (saat 10:48) Beyto kapıyı çaldı yağmur yağıyor, gidelim mi diye; ben de 'hhmmmsssff haa blmem gitskhhhh mi' diye bir şeyler saçmalarken gitmeme kararı aldık (almışız, uyanınca fark ettim). Kalkınca yine bir kahvaltı yaptık ve gezme maksadıyla evden çıktık ve Allah'ın işine bakın ki yine Garipçe'ye gittik. Mukadderat işte. Ama hiç takılmadık orda, direkt Rumeli Feneri'ne devam ettik çıkıp. Orda takıldık biraz ama Cengiz yanımızda olmadığı için fotoğraf çekemedik. Benim telefonun fotoğraf çekme tuşu bozuk. Bir iki tane şansa çektim, buralarda bir yerlerde olabilirler. Olmayabilirler de, o da mukadderat.

Bu arada üçüncü köprünün çalışmalarının olduğu bölgede gerçekten takdire şayan bir doğa katliamı söz konusu. Büyükşehir çalışıyor. Tebriculations!

Otlayanlar yakın arkadaşım olur (Rumelifeneri)
Artık demir almak anı gelince Rumeli Feneri'nden, Yeniköy yollarında bulduk kendimizi yeniden. Çünkü neden? Çünkü tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkanıdır da ondan. Evimize geldik. Beyto'yu postaladık, ehem yani, gönderdik. Üzüldük, ağladık, sarıldık falan...

Yalnız eve girince içimde şu hani memleketten dönünce eve girdiğinde insanın içinde oluşan bir his vardır ya, ondan olacak gibi olllldu; ama tam da olamadan gitti. Ben de açtım Buffy'den bir bölüm daha izledim ve ardından anılarımı düşünseline aktarayım dedim. Ortaya da bu doküman, pardon yazı çıktı.

Beyto, dikkat ettiysen arabadaki o boş muhabbetlerinden bahsedip insanları senden soğutmadım. Sonuçta oldukça severim seni. Ama dakika başı bunu da yaz, bunu da yaz dediklerini yazacak olsam Google, bloğum için veritabanı hizmeti altında para ister benden. Gerek yok yani. Ayrıca unutmadan, Radyo Voyage tercihinden ötürü seni tekrar kutluyorum. Kim bilir, belki birkaç sene sonra burayı okuyup efkarlanırız. Hey gidi zamanlar deriz. Demeyebiliriz de. Yok lan, demeyiz. Bizim senle ciddi muhabbet ettiğimiz nerde görülmüş? Bu arada siz niye okuyorsunuz burayı ya? Beyto'yla özel bir şey konuşuyoruz şurda. Özel hayata saygı denen bir şey hiç kalmamış arkadaş. Nys byt, bn sn snr arrm... :s

Rumeli Feneri
Hızlı bir şekilde sayfayı aşağı sürükleyip sonunu okumayı düşünenler için yazının ana fikrini veriyorum: arkadaşlar iyidir. Evet. Hepsini okuyanlar da haklarını helal etsinler artık. Onların yeri başka.

Artık gelenekselleşti Beyto ile etkinliklerimiz. Bir üçüncüsünde tekrar birlikte olmak dileğiyle... Hoşça kalın.

Dipnot: Hoşça kalın derken bir yere gittiğim yok, sevinmeyin hemen.

Dipnot 2: Aslında daha fazla fotoğraf paylaşmak isterdim ama bir dahaki sefere kalsın o. Artık düzgün fotoğraf çekebilen bir telefon almamın vakti gelmiş. Ayrıca bizim gençlerin telif hakları sebebiyle onları da bu seferlik paylaşmıyorum. Telif haklarını alınca artık...