19 Aralık 2014 Cuma

26

Bazı yazılara başlamak bu kadar zor olmasa emin olun çok daha fazla yazarım. Fakat başlayamıyorum bazen. Kimi zaman içimden gelmiyor ki benim için en geçerli bahanedir. Ama içimden geldiği halde ilk lafı edemediğim için, düşüncelerimi toparlayamadığım için yazıya dökemediğim birçok taslağım oldu. Sonra da hepsi çöp oldu, gitti.

Çok klasik bir yazıya başlama taktiği kullandığımın farkındasınızdır ama bu akşam bir şeyler yazmak zorundayım. Çünkü bugün ben bir kez daha doğdum. 26 senem doldu, 27. seneme açtım gözlerimi.

Sayılar gerçekten çok komik, hiçbir anlam ifade etmiyorlar şu anda bana. 24 yaşımdan neyim farklı ya da 12.5'tan? Tamam, 12.5'tan bariz farklı olabilir. Lakin biri çıkıp mesela altı sene öncesinden, üniversiteye başladığım seneden bu yana ne değişti diye sorsa tanıdığım insanlar haricinde belki de dişe dokunur hiçbir şey sayamam.

Dedim ya, tanıdığım insanlar haricinde diye, onu da neden dedim? Geçenlerde Taylan (adamın hası bir arkadaş) bir vidyo önermişti bana bunu kesin izlemelisin diye. Bu yazının sonunda o vidyoyu da paylaşacağım. O vidyoyu izledikten sonra işte, bunları ciddi ciddi düşündüm. Lan dedim, daha ne olsun? Tek fark tanıdığım insanlar olsa bile yeter. Çünkü önemli olan o, insanlar; bizler. Bu, varoluşsal (oha, ağzıma da hiç yakışmadı) bir biz değil ama. İnsan insanayız, önce bunu bi anlamamız lazım, ondan.

Vidyoda bir 'gözlerdeki parıltı' deyimi var. Sanırım yaşamaya değer bir fikir ancak bu kadar güzel olabilir. Hani bir laf var, biraz olsun başkaları için yaşanmamış hayat hiç yaşanmamış olsa da olur diye (ya da buna çok yakındı işte). Ben buna inanıyorum. Sırf kendim için yaşamak bana o kadar anlamsız ve boş geliyor ki 'niye, hadi anlat' deseniz kendimi tam ifade edemeyeceğimi bildiğim için sıkıntıya düşerim. İyi de kim için yaşamak o zaman, ne için, ne uğruna yaşamak?

Tabii bu soruyu Cosmos'u izledikten hemen sonra soruyor olmak da gerçekten çok hoş oldu. Ama oraya girmeyeceğim. Devam edelim.

Tabii ki önce aile için yaşamak derim ben. Bu seneyle birlikte yedi sene oldu bir arada olamıyoruz doğum günlerimde. Evet, sayısını tutuyorum. Çünkü önemli. Tabii, aile demişken kan bağı olmak zorunda da değil. Ferit'in de (Ferit deyince bi tuhaf oluyorum, zaten kankulim de kızıyor) yazdığı gibi kardeş olmak için aynı anne babadan doğmak gerekmeyebiliyor. İşte böylece yaşanabilir bir hayat.

Günlük koşuşturma, iş, güç, o, bu, şu... Her şey bir yana. Umurumda değil. Benim değer verdiğim insanlar önemli önce. Yedi milyar insan var. Belki de bunlardan milyonlarcası benim ruh ikizim ve hiç tanışamayacağız. Çok saçma ve bir o kadar gülünç, trajikomik. Anlamıyorum. Halbuki Dünya da o kadar büyük bir yer değil. Tamam tamam, Cosmos'a girmiyorum.

Yeri gelmişken bir hafta öncesinden doğum günümü kutlayan ve hiç beklemediğimi görünce sevinen ama beni de gerçekten çok sevindiren Beyto'ya teşekkür ederim. Takdir edersiniz ki insan bir hafta öncesinden böyle bir şeyi beklemiyor. Sonra her daim yanımda olduğunu bildiğim canım Dek'e çok teşekkür ederim. Bir de büyük ihtimalle şu sıralar Brezilya'dan Türkiye'ye uçmakta olan Mlle Bayburtluoğlu'na (ileriye dönük not, biz bu sıralar Kayıp Zamanın İzinde'yi okuyorduk) teşekkür ederim, genel olarak yani.

Yukarıda bahsini ettiğim vidyonun TED linki için buraya tıklayabilirsiniz. TED'in sitesinde Türkçe altyazısı da var. Alta da Youtube versiyonunu koyuyorum ama onda sadece İngilizce altyazı var. Herkes izlesin isterim.

Gözlerinizden parıltı eksik olmasın. Hep beraber nice güzel senelere.

 

15 Aralık 2014 Pazartesi

Marcel Proust - Swann'ların Tarafı (Kayıp Zamanın İzinde, #1)

Ne yapsam, nereden başlasam şimdi ben. Söyleyecek çok şey var ama hepsini bir anda söylemek istediğim için hiçbirini becerip söyleyemiyorum. Allah'ım, sen aklıma mukayyet ol.

Kitap okumak nedir, bundan tat alınır mı gerçekten, edebi değer dediğimiz ne ola ki... Sanırım müthiş bir yolculuğa adım atmış oldum Swann'ların Tarafı'nı bitirerek. Çünkü bilen bilir, Kayıp Zamanın İzinde Marcel Proust'un ömürlük eseri. 7 cilt toplamda. Binlerce sayfa ediyor haliyle. Daha giriş sayfasında belli ediyor kendisini, kalitesini, ne ile karşı karşıya olduğumuzu. Gerçekten acayip bir yetenek mi demeli, başka ne denir bilemiyorum. Sayfalarca, uzun uzun herhangi bir konuyu en ince detayına kadar anlatmış adam. Tuhaf yanı sıkılmadım da hiç okurken, bilakis o kadar keyif aldım ki anlatamam. Tamam tamam, bir deneyeceğim.

En başta tüm kitabın bir anı(lar zinciri) olması bana şunu düşündürdü: hiç yaşanmamış bir geçmiş yaratıp bunu en ince ayrıntısına kadar anlatabilmek nasıl bir şeydir? İnsan olan der ki işte o vakitler şurası şöyleydi, burası böyleydi, şurda şu vardı, burda bu. Halının desenine, bulutların şekline kadar detay verilmez ki (verilemez anlamında). Vay arkadaş yaa...

Saf edebiyat olarak etiketledim ben bu kitabı, kim ne derse desin.

Paragraf uzunluğunda cümlelerden oluşuyor kitabın çoğunluğu. Ama öyle cümleler ki, yani kendi içlerinde ve genelde o kadar tutarlılar ki histerik bir şekilde güldüğüm zamanlar oldu okurken. Be adam, bir yerde de yanlış yaz, sonunu getireme diye bir muhalefete giriştim yer yer. Çekememezlik çok kötü, siz yapmayın.

Sonra şunu fark ettim. Ben bir yazar olsam pek tabii ki kendi dilime hakim olmalıyım. Yani anadilimde bu şekilde uzun cümleler kurabilmem aslında o kadar ahım şahım bir olay olmazdı. E, ama ben bu kitabı orijinal dilinden, Fransızcasından okumadım ki! İşte bunu fark ettiğim an çevirmenimiz Roza Hakmen'e Marcel Proust'a duyduğumdan daha fazla saygı duydum. Bu kadar kusursuz, bu kadar güzel çeviri yapılır mıymış?  Ben bugüne kadar çok abartmışımdır bu blogda bir sürü şeyi ama gerçekten bu çevirinin benim abartabileceğim bir yanı yok. Ayakta alkışlıyorum.

Yazar yer yer İngilizce kelimeler kullandığı için (karakterleri öyle konuşturduğu için daha doğrusu) çevirmenimiz de (editör mü yoksa?) onları İngilizce bırakmış ve sayfanın dibinde anlamlarını haricen belirtmiş. Kitapta bulabildiğim tek kusur bu notlardan birisinde smart'ın akıllı, zeki gibi bir anlamda değil de şık olarak çevrilmesiydi. Ha, şu anda ölümüne çuvallıyor olamaz mıyım, olabilirim. Ama işte kafam böyle çalışıyor. Ben ne yapayım?

Sonra Vinteuil'ün bir eseri var, klasik müzik eseri, adını not almayı unuttum, şu anda kitaba da bakamıyorum kafamdakiler uçmasın diye. Hah işte, bir eseri var. Müziğin insanın kafasında neleri nasıl çağrıştırabileceğini, insana neler düşündürebileceğini, hissettirebileceğini o kadar güzel ve uzuuun uzun anlatmış ki yazar M. Swann üzerinden, evet dedim, işte bunun için bu adamlar büyük yazar. Şimdi detay vermeye kalksam altından çıkamam, en iyisi siz kitaba başlayın tez elden.

Dikkatimi çeken bir diğer husus ise unvanların kısaltılmış bir şekilde verilmesiydi. M. Swann, Mme Swann, Mlle Swann gibi. Olmayan Fransızcama rağmen bunların Monsieur, Madame ve Mademoiselle (bildiğimiz Matmazel, evet bildiğimiz) olduğunu kitabı okudukça anladım. Ayrıca saygınlık belirtisi olarak isimlerin önüne 'de' takısı geldiğini de öğrendim. Durduk yere başlangıç seviyesinde Fransıca bilgisi edindim diyeceğim ama o kadar da değil tabii mon ami (bildiğimiz mon ami, he).

Toparlamak istiyorum. Çünkü yazıyı bitirip ikinci kitaba başlayacağım. Uzun zamandır seri kurgu okumuyorum ve gerçekten bir sonraki kitabı merak etmeyi özlemişim. Bu kitabı kimlere tavsiye ediyorum? Dürüst olmam gerekirse ben kitap okumayı seviyorum diyen herkese. Ben şimdi kayıp zamanın izinden gitmeye devam ediyorum. Sizleri de beklerim. Belki zamanın bir noktasında karşılaşırız. Kim bilir, neden olmasın?

Au revoir.