17 Temmuz 2014 Perşembe

Oğuz Atay - Günlük

Oğuz Atay eserlerinde sona bir kala...

"Canım insanlar! Sonunda, bana bunu da yaptırdınız." diyor Oğuz Atay günlük tutmaya başlamasıyla ilgili daha ilk sayfada. Kendisine hak veriyorum. Çünkü bugüne kadar benim gözümde oluşan yazar kimliğine bir günce pek yakışmıyor. Yakışmıyor doğru kelime olmayabilir gerçi, bilemedim şimdi. Eşleştiremedim önceleri desem daha doğru belki.

Belki de benim günlükten anladığımla bu kitabın günlük anlamının bağdaşmamasından kaynaklanıyordur bu. Günlük benim gözümde daha gizli bir şey. Öyle olmalı en azından. Yazarların bu tip notlar aldıkları defterlerin Günlük ismiyle basılması bence doğru değil. Notlar denebilir mesela. Bunlar da günlük bir çeşit, evet; ama değil de işte. (Yuh!) İki paragraftır anlatamadıysam daha da anlatamam diyorum ve devam ediyorum.

Kitap (kitap demek de tuhaf geliyor ama günlük demek istemiyorum) boyunca büyük oranda Oyunlarla Yaşayanlar kitabının hazırlık aşamasını okuyoruz. Tutunamayanlar'ın ismi kısmen geçiyor, evet ama beklediğim ölçüde değil. Tehlikeli Oyunlar hakkında daha detaylı notlar mevcut. Hikmet'in tahlili var bu kitapta ki çok kıymetli. Çünkü Tehlikeli Oyunlar tiyatro metni gibi başlayıp birçok tekniğin kullanıldığı bir eserdi ve biz Hikmet'i kitabın yarısına kadar pek anlayamayabiliyorduk.

Halid Ziya Uşaklıgil ile kendisinin ortak yönleri olduğunu söylüyor kendisi de. Örnekler veriyor. Mesela Mai ve Siyah'ın baş karakteri Ahmed Cemil'in de bir çeşit tutunamayan olduğundan bahsediyor. Bir de Kemal Tahir hakkında birkaç sayfa oldukça güzel notlar var. Tabii ki söz konusu kişi Oğuz Atay olduğu için daha bir sürü yazarın ve şairin ismi geçiyor ama onlar geçiyor sadece. Kemal Tahir ve Halid Ziya üzerine tahlilleri çok kıymetli. Özellikle o kısımlar için bu kitap okunur, öyle diyeyim.

Kitabın baskısından bahsetmek istiyorum. Çünkü çok hoşuma gitti. Sağ sayfalar Atay'ın orijinal el yazısı ile basılmış, sol sayfalarda ise o sağ sayfanın birebir aynısının çıktısı var. Yani sağ sayfanın dibinde bir kelime kesme işaretiyle ayrılıp bir sonraki sayfaya geçmişse sol sayfa da aynı şekilde aynı yerden kesilmiş sayfanın ortasında dahi olsa ve bir sonraki sayfadan devam etmiş. Bence çok güzel olmuş.

Kitabın sonunda yedi sekiz sayfalık bir albüm de mevcut. Atay'ın çocukluk ve gençlik fotoğrafları var. Kendisi zaten ve ne yazık ki genç sayılacak yaşta aramızdan ayrıldı. Halbuki kitapta belirttiği notlara göre Türkiye'nin Ruhu'nu bitirebilseymiş çok güzel bir eseri daha edebiyatımıza kazandıracakmış bence. Eylembilim'in yarım kalışından da bahsediyor yine kendisi ve kafasındaki planı yazıyor. İşlerini istediği gibi neticelendiremeden bu diyardan göçüp gitmiş olması büyük talihsizlik. Ruhu şad olsun.

İlginç bir şekilde yazıyı daha fazla uzatmıyorum ve huzurlarınızdan ayrılıyorum. Hoşça kalın efendim.
 

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Kuzeydoğu Cephesinde Yeni Bir Şey Yok

Sanırım bu gece, o gecelerden biri.

Bloğu açalı yaklaşık üç buçuk yıl olmuş. Hayatımda yaptığım en güzel iş ve verdiğim en isabetli karar olabilir. Biraz önce durup dururken içimden bir ses dedi ki eski yazılarımdan bir iki tane okuyayım, bakayım ne hissedeceğim. Okudum da nitekim.

Aman Allah'ım! Ben bu kadar büyük bir değişim beklemiyordum. Kendimden korktum. Halbuki birisi gelip üç buçuk yılda ne değişti dese hayatında hiç derim. HİÇ derim! Ben su katılmamış bir salağım sayın seyirciler.

Çok değişmişim. Belki sadece buradaki yazılarımı karşılaştırsanız benimle aynı fikirde olmazsınız ama kafamın içindekileri ifadeden acizim şu an. Sıkıntılar değişmiş, meşgaleler değişmiş, fikirler ve düşünceler değişmiş. Kimisi azalmış, kimisi artmış; kimisi kaybolmuş, kimisi gelmiş; bazısı şimdi gülünç geliyor, bazısı daha da ciddi... Tanıdıklarımdan artık neredeyse unuttuklarım da var o zaman hiç tanımadığım ama şu anda çok samimi olduklarım da.

Peki, neden Kuzeydoğu Cephesinde Yeni Bir Şey Yok? Özlem değişmiyor lan çünkü, özlem değişmiyor. Artıp azalmasını neyle ölçeceğimi bilmediğimden belki de. Paha biçemediğim için bana hep aynı geldiğinden belki de.

Ne niyetle başlamıştım, yine neler yazdım. İşte en acı gerçeklerimden birisi: üç buçuk yıldır yazdığım özellikle kitap yazılarında fark ettim ki hep bir lafı eveleyip geveleme durumum mevcut. Bu yazıyı asıl yazma sebebim de bu. Tüm yazılarım birbirinin aynısı gibi geliyor bana. Hepsinde yok işte kitabın konusundan pek bahsetmeyeceğim de, yok işte gidin okuyun da, yok işte neye göre kime göre de yok bilmem ne. Şurada, bu yazıları en temelde gelecekteki ben için yazdığım halde sürekli sanki kendimi savunur haldeyim.

İnsan neden böyle? Neden içten içe hep kendimi savunarak yazmışım ki, yazıyorum ki? Kime ne? Birine yaranmaya mı çalışıyor, nedir? Kendimle ilgili benim haberimin olmadığı planlarım mı var? Neden çekiniyorum, daha doğrusu bir şeyden mi çekiniyorum?

Neden lafı uzatıyorum mesela? Dikkatimi çekti, çoğu yazıda söylediğimi en az iki üç kez tekrar etmişim. Gelecekteki ben tek seferde anlamayacak kadar aptal olmamışım belli ki. O zaman gerek yok, değil mi? E, ben anlıyorsam burayı okuyacak insanlar da anlar. Eee?

Al işte, elektrikler kesildi. O kadar negatif enerji saçarsam etrafa olacağı bu. Tarihe not düşüyorum. 7 Temmuz 2014 saat 01:01'de olumsuz düşünce gücüyle Yeniköy'de elektrik kesintisine sebep oldum! Tesadüfe de inanmıyorum. Var mı?

Şimdi konsantre olup geri de getirebilirsem havamdan geçilmez yalnız. Gerçi gelmezlerse yazıyı da yayımlayamam. Ha sıkıntı! Tesla aşkına, gelin lan artık. Ne güzel, içimden gelmişti, bir güzel başlamıştım; konsantrasyonumu bozdunuz adeta. Siz kimsiniz? Elektrikler. Halbuki ona siz denmez. Aha da geldiler. Valla geldiler.

Ne diyordum? Hımm, kendime giydiriyordum. Tüm bunları itiraf ettikten sonra yapıcı olmak adına insanın üslubunun oturması için üç buçuk seneden daha çok zamana ihtiyacı olduğu şeklinde bir gerekçe öne sürmek istiyorum. Böylece bir nebze olsun yükü sırtımdan atabilirim belki. FAKAT!!! Fakat şu anda yine aynı şeyi yapıyorum! Yine kendimi savunuyorum! Allah'ım, bu ne saçma bir iştir ya? Bloğun adını rekürsif koydum diye mi tüm bunlar yoksa? Kendi ellerimle kendimi ateşe mi attım, ne oluyor?

Gecenin bu vaktinde bu yazıyı ya kimse okumaz ya da çok az kişi okur. Onlara bir güzellik yapmak istiyorum ve bu mükemmel Aşık Mahzuni Şerif eserini armağan ediyorum. Sonradan okuyacaklar da üstlerine alınabilirler tabii ki; ama gececilerin önceliği daimi. Hadi kalın sağlıcakla.

 

3 Temmuz 2014 Perşembe

Richard Bach - Martı Jonathan Livingston

Blog tarihim boyunca kitap okumak şöyle, kitap okumak böyle diye atıp tutuyorum yıllardır, Allah'tan bir zeval gelmezse de devam edeceğim. Lakin dikkatinizi çektiyse kişisel gelişim hiç okumuyorum. Neredeyse hiç okumuyorum diyelim.

Aşağı yukarı tüm blog yazan tanıdıklarım da aynı dertten muzdarip gerçi. Alıyorum elime, okuyacağım. Arkadaş, 100 sayfa kitabın 90 sayfasında aynı şey söylenir mi? Geriye kalan 10 sayfa bölüm başlangıçlarından dolayı yazısız zaten. Neymiş? Pozitif düşün, gerçekleşsin. The Secret diye bir şey var ama çok gizli, önce ermeniz lazım falan filan. Bırakın yaaa! Bu millet bunları yer mi? Biiiiiz Üstün ile Dökmenlerin, biiiiz Dale ile Carnegieların çocuklarıyız. Biiz, bu oyunlara gelmeyiizz! Bülent Binbaş kimliğimden sıyrılıyorum ve daha fazla cıvımadan kitaba geçiyorum.

Martı Jonathan Livingston, öyle sanıyorum ki Küçük Prens ile beraber okuma listemin en eski üyelerinden birisi(ydi). Küçük Prens'i de ölmeden okursam ne güzel olacak. Geçenlerde ofiste lafı geçti, Orta Doğu ve Balkanlar'ın en on numara beş yıldız İdare İşler Yöneticisi Ebru dedi ki ben sana getireyim de oku. Getirdi de. Ebru, çok klas bir insansın valla, teşekkür ederim bir kez daha.

Kitap 96 sayfa mı ne gözüküyor baskılarda ama aslında 50 sayfa. Arada okuyucuyu dinlendiren martı görselleri var. Gerçi kitap okuyucuyu yormuyor ama olsun. Değişik olmuş, hoş olmuş. Söylediklerinin hazmı için koyulmuş olabileceği gibi Canıtıncıım dediklerimi biraz düşün diye bir iki sayfa resim koyuyorum demiş de olabilir.

Kitabı beğendim, gerçekten. Çünkü uzatmıyor ve demek istediğini en düz, sade halinde söyleyip bitiriyor. Okuyanların yorumlarında gördüğüm en sık olumsuz eleştiri söylemek istediğini direkt söylemesi şeklindeydi. Yani az lafı dolandırsan da olurdu, biz anlardık denmiş. Fakat sevgili insancıklar, zaten buradaki kinaye sanatı martı olan Canıtıncıım aracılığı ile halledilmiş. Yani tamam, dümdüz anlatıyor da kitabı okuyan birisi çıkıp 2000 rakımlı yerden 'Ben buradan uçarım, yaparım!' diye atlamış mı bugüne kadar? Atlamamış. Eee? Bazen tadında bırakmak lazım o yüzden, bence.

Uzun lafın kısası, tüm martı dostlarımızın bu kitabı okumasını tavsiye ediyorum. Zaten yarım saat, kırk beş dakikanızı falan alır en fazla. Bir saatte bir kitap bitirdim yeeaaa diye de havanız olur hem ortamlarda. Bunlar günümüzde çok geçer akçe veriler, değerlendirmek lazım.

Bu arada, unutmadan söyleyeyim, sanırım ilk defa ön ve arka kapağı birebir (tamam, tam olarak olmayabilir) aynı olan bir kitap okumuş oldum. Daha önce buna benzer bir durum ile karşılaştığımı hatırlamıyorum. Hoşuma giden bir detay oldu. Kitabın minimalist havasına da uymuş hem, takdir ediyorum kim akıl ettiyse.

Evet sevgili Goralılar, bugün de Kızılay Doğal Maden Suyu sponsorluğundaki programımızın sonuna geldik. Hepinize esenlikler dilerim. Hoşça kalın.

Dipnot: Daha önce söyledim mi bilmiyorum ama Sarelle Fındık Ezmesi diye bir gerçek var. Kapitalist düzen bana bunlarla gelsin hep, gıkımı çıkarırsam namerdim.