1 Mayıs 2014 Perşembe

Emily Brontë - Uğultulu Tepeler

Yıl 1847. Emily Brontë'nin ilk ve tek kitabı (ufak işleri görmezden gelelim, birbirimizi kırmayalım) Uğultulu Tepeler ilk baskısını yapıyor. Bir yıl sonra da daha 30 yaşındayken hayata gözlerini yumuyor Emily. Birazdan elimden geldiğince anlatacağım ama böyle güçlü bir kitabı yazabilmiş birisinin bu kadar genç ölmesi... Haksızlık! Bana öyle geliyor en azından.

Brontë soyadını bugüne kadar Jane Eyre ile özdeşlemiş olan Charlotte Brontë'den biliyordum hep. Emily de Charlotte Brontë'nin kız kardeşi zaten. Hatta bir de Agnes Grey'le adını duyuran Anne Brontë var bu kardeşler arasında. Ailecek dönemin nabzını tutmuşlar desek yeridir. Belki de değildir. Ama ben dedim bir kere.

Uğultulu Tepeler, gördüğüm kadarıyla Rüzgârlı Bayır ve Rüzgârlı Tepe isimleri ile de çevrilmiş. Fakat kitabın girişinde Emily Brontë 'uğultulu' için 'wuthering' kelimesini açıklamış. Bilmeyenler için kitabın orijinal isminin Wuthering Heights olduğunu belirtelim bu arada. Kitapta anlatılan şekliyle de rüzgârdan ziyade uğultu daha iyi karşılıyor bence de söylenmek isteneni.

Kitap, en başta da söylediğim gibi 'güçlü' bir kitap. Bununla ne demek istiyorum? Hımmm, öyle sorunca pek olmadı tabii. Şöyle diyelim: kitapta öyle altını çizeceğiniz, ooohaaaa diyeceğiniz olaylar ve laflar yok gibi bir şey. Ama anlatılan konular o kadar etkili anlatılıyor ki uzun zaman sonra sanırım bir kitabı okurken gerçekten sinirlendim. Deli olacağım dedim bir ara herhalde, bu kadarı da fazla lan. Az insan ol lan Heathcliff dedim.

Gerçi Heatcliff de kendi içinde en tutarlı arkadaş kitaptaki, bence. Kitabı okumayanlar için biraz bilgi vermiş olacağım ama o kadar olsun artık. Adamın kötülüğü, aslında kötülüğünden değil; nefretinden, yedirememesinden, bir sürü değil de tek ama acımasız bir 'neden?'den. Adam, it gibi sevmiş lan. Öyle böyle sevmemiş yani. Haliyle hayatı zaten zindan. Seveni olmaması (okuyanlar istisnayı bilirler, söylemeye gerek yok) da ondan. Onun tüm bunları hiçe sayması da ondan. Evet gençler, gördüğünüz gibi her şeyin fazlası gerçekten zarar; söz konusu sevmek bile olsa. (Konuları daha iyi bağlamayı öğrenmem lazım benim.)

Kurgusuna baktığımızda kitabın aslen bir dedikodu kitabı olduğunu görüyoruz. Dışardan görsek hizmetçi gibi hizmetçi ha, bundan her eve lazım (kitabın 1700'ün sonları ile 1800'ün başlarında geçtiğini unutmayalım) diyeceğimiz canımız ciğerimiz Mrs. Dean olan biten ne varsa anlatıyor daha yeni tanıdığı Mr. Lockwood'a. Maşallah, kadında da öyle bir hafıza var ki düşünseli diye taşı yanında, o derece.

Dolayısıyla kitap aslında bir anı kitabı. Tüm olayları Mrs. Dean'dan dinlediğimiz için kitap için koca bir monolog da diyebiliriz. Bunlar benim hoşuma giden tarzda işler, kötülemiyorum. Kurgu için de kitabın en başında, yaklaşık olarak kitabın sonundan bir sahne görüp daha sonra en baştan tüm anıları Mrs. Dean'den dinlemek de sevdiğim tarzda bir iş. Tek kötü yanı ilk elli sayfada falan isimlerin ve ilişkilerin acayip karışık gelmesi. Ama sabredip az ilerlerseniz hepsi mükemmel bir şekilde oturuyor yerli yerine. Heathcliff de öyle, kodu mu oturtuyor. Bunun da konumuzla ne alakası varsa artık...

Kitabın dili çok akıcı bu arada, çevirisi de çok iyi. Emily Brontë'nin genç yaşta ölmesi haksızlık dememin sebebi bu. Kitaptaki karakterlerin birçoğunda gerçek hayattaki tanıdıklarının izleri varmış. Demek ki gözlem yeteneği de en az dile hakimiyeti kadar yüksekmiş. Ah, biraz daha yaşamış olsaydı... Çeviri için de Naciye Akseki Öncül'ü huzurlarınızda alkışlamak istiyorum. Yer yer çok matrak olan diyalogları ustaca aktarmış dilimize. O dönemin İngilizcesi düşünüldüğünde sokak ağzında konuşan Hareton'ın ifadelerini düzgün çevirmek oldukça zor bir iş ola gerek. Öyle 'I go, you go, we go' falan değil yani. O kadarını ben de biliyorum. Kısaca; 'yürüyün, gidiyh' demek. Buradan yayınevlerine selam ederim.

Bahsetmeyi unuttuğum bir şey kaldı mı diye düşünüyorum. Hımm, şunu da söylemem lazım tamamen kendi görüşüm olduğu için. Geçenlerde okuduğum Aşk ve Gurur da yaklaşık olarak aynı tarihlerde geçen bir kitaptı. Bu iki kitabın temel farkı birisinin orta ve elit tabakayı, yani şehir hayatını anlatması; diğerinin ise kırsal ve köylü bir ortamı esas alması. Ve ben bir kez daha fark ettim ki Aşk ve Gurur'daki elit tabakadansa pastoral bir Uğultulu Tepeler daha 'bana göre'. Kitapların iyiliği kötülüğü için demiyorum bunu, yaşam tarzı için diyorum. Mesela okuyanlar bilecektir, Uğultulu Tepeler'de gıcık bir Joseph var, aynı ben mübarek.

Bir sürü film uyarlaması varmış Uğultulu Tepeler'in. İki tanesini gözüme kestirdim; biri ilk olduğu için 1939 yapımlı olan, diğeri de Ralph Fiennes sevgimden dolay 1992 yapımlı olan. İlerleyen tarihlerde bu iki filmi izlemeyi düşünüyorum. Ama araya biraz zaman girmesi lazım, erkenden izlersem sıkılacağımdan eminim.

Söyleyecek bir şeyim kalmadı sanırım. Bu kitabı okuyun diyerek vicdanen baskımı da yapayım ve gideyim. Hoşça kalın.
 

2 yorum:

  1. Selamlar uzunca bir aradan sonra.
    Ben de bu filmi "harika bir film" diyerek beni kandıran arkadaşlarımla izlemiştim. Onların 3. izlemeleri falandı sanıyorum, beklentiyle izlemiş olsam gerek, ama ön yargısız olarak tekrar izlemeye ihtiyacım var sanırım. Ne de olsa hatırımda bir şey kalmamış, yazınızı okuyunca anladım.

    Bir de benim gibi, bloglara tek tek bakmaya zorlananlar için acaba mail üyeliği var mıdır bu blogda? Olup da görmemiş olabilirim, yapıyorum öyle şeyler. Olsa ne iyi!

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhabaaa,
      Evet, uzun bir ara olmuş gerçekten. :) Ben filmi izlemedim hâlâ. Bekleteceğim biraz daha.

      Mail aboneliği yoktu, ekledim hemen. Solda, arama kutusunun altında görebilmeniz lazım. Ben hiç düşünmemiştim koymayı ama gerekliymiş demek ki. Teşekkür ederim belirttiğiniz için. :)

      Sil