28 Nisan 2014 Pazartesi

Şimdi Şöyle Oluyor

Bazen düşünüyorum da, yani bazen derken tabii ben aslında daima düşünürüm, öyle böyle düşünmem yani, her neyse, düşünüyorum da bazen, ben harbi harbi sıkıcı bir insanım lan. Mıyım? İnsan mıyım? Bu konuda da çeşitli söylentiler var. Prensip olarak herkesin görüşüne saygı duyduğum için itiraz etmiyorum.

On beş dakikadır, af edersiniz mal mal duruyorum öyle. On beş dakika... Bu durumda geçen o on beş dakikayı ben çöpe attım. Gitti o. Yok. Vardı ama kullanmayı bilemedim. Kibrit gibi belki biraz. Yandı.

Dedim bu kusursuz icraatımı belgeleyeyim de ileride belki bakıp bakıp ibret alırım. Naber lan gelecekteki Mustafa? Tipe bak! Bayağı bildiğin kürdan var lan ağzında. Vardı yani. Sen bu satırları okurken ben de tıpkı o on beş dakika gibi zamanın geçmiş dediğimiz bölgesinde kendi yerimi almış olacağım. Lütfen peşimden gelmeye kalkma, anlayamazsın! İlle de gelmek istiyorsan uçan arabayla falan gel, ne bileyim, koooca gelecekten geliyorsun yani. Elin boş gelme, dingil!

En azından bu satırları okurken eskiden de ağzım amma bozukmuş diye avunabilirim. Övünebilirim de. Benim ne yapacağım belli olmaz. Bakarsınız pisliğin teki olmuş çıkmışımdır Rıza Baba! Hahahaa, Arka Sokaklar da yetmiş senedir oynuyor lan. Neyse, sakin olayım ve klavyemi yavaşça yere bırakayım en iyisi.

Aliş, eğer burayı okuyorsan daha fazla oyalanma ve kalk çizimlerini bitir lütfen. Hoohhoohooo... O çizim dersinin beni bu kadar eğlendirmesini beklemiyordum. Senin yaptığın her çizim bana dalga geçme fırsatı olarak geri dönüyor. Kal istersen o dersten bu sene. Bence hiç sakıncası yok yani. Tamam, şşşşş, başlama hemen. Kalk bi çay koy da içelim. Abi olmak ne güzel lan! :))

Kürdan da bitti resmen. Tiryaki miyim, neyim? Paket taşıyacağım bu gidişle.

Buraya kadar bu saçmalığa katlanan varsa eğer, öyle sanıyorum ki blogda tutturmuş olduğum bir çizgi var(dı). Beklenti çok tavan yapmasın diye ara sıra böyle zevzeklikler yapsam iyi olacak. Yazdığım son bilmem kaç tane yazı hep kitap eleştirisi olmuş. Fular belirdi belirecek boğazımda. Sonra da bir top sakal ve pipoya bakar yani. Gözlük zaten var, top sakal desen kolay iş. Pipoyu da buluruz bir yerden.

TTNET, sen nelere kadirsin? İnternet biraz aman verse Stumbleupon'da diyardan diyara gezecektim halbuki. İlerde yazar falan olursam TTNET'in hakkını vereceğim, üzerimde emekleri büyük.

...

Harry Potter'ın bi sekizinci kitabı falan çıksa da okusak.

27 Nisan 2014 Pazar

Oğuz Atay - Oyunlarla Yaşayanlar

Oğuz Atay okumalarına devam... İletişim Yayınları'nın numaralandırdığı sırada okumayı tercih ettiğim için üçüncü kitap Oyunlarla Yaşayanlar oldu. Fakat okuduktan sonra yaptığım ufak bir araştırmayla fark ettim ki önce Günlük'ü okusaymışım daha iyi olabilirmiş. Oldu bir kere.

Oyunlarla Yaşayanlar'da Oğuz Atay daha önceki kitapları Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar'da alt tür olarak denediği tiyatroyu asıl tür olarak almış. Yani kitap bir tiyatro eseri demek istiyorum. İki perdeden oluşan, detaycı mı detaycı, tipik bir Oğuz Atay eseri. Neden tipik? Çünkü burdaki baş karakterimiz emekli Tarih öğretmeni Coşkun da bir adet tutunamayan (adayı).

İlk iki kitabın aksine Oyunlarla Yaşayanlar daha hafif bir kitap; hem sayfa sayısı hem de içerik olarak. 108 sayfa. Tiyatro metni olduğunu düşünürsek sayfalar erken bitiyor. Yani tek oturuşta bitirip kalkılacak bir kitap. Ha, tabii ki bu, kitap çok basit, oku kalk git demek değil. Okunabilir demek. Ben öyle okudum, ondan bu kadar kıvranıyorum.

Kitabın arkasında aslında kitabı çok güzel özetleyen bir ifade var: Eylemsizlikle geçmiş bir hayatın doğal ürünü beceriksizlik ve gülünç olma korkusundan Atay sürükleyici bir oyun çıkarmış.

Budur. Şimdi ben burda iki saat uğarşıp uzun uzun anlatmaya çalışsam özetle yukarıdakini demeye çalışacağım. Uzatmayayım onun için. Gülünç olma korkusunun yanına tutunamayanların karakteristik özelliklerinden tereddütü de ekleyebiliriz bence Coşkun için. Ayrıca eserin asıl amaçlarından birisinin de Türk aydınının içinde bulunduğu durumu incelemek olduğunu belirtmekte fayda var.

Her ne kadar yan karakter olsalar da Coşkun'un oğlu Ümit ile kayınvalidesi Saadet Hanım arasındaki temsiller acayip eğlenceliydi. Gerçi eğlenceli dersem biraz eksik ve yanlış olabilir, trajikomik diyeyim. Öyle daha doğru olacak.

Kendi adıma bu yazıyı çok uzatmak niyetinde değilim. Çünkü bir alıntı yaparak bitirmek istiyorum ve yanılmıyorsam bu alıntı blog tarihimin en uzun alıntısı olacak. Atlamadan söyleyeyim, burada Coşkun'un ağzından (bir nevi Türk aydını) halka atılan bir nutuk söz konusu (bir tiyatro eseri okuduğumuzu unutmayalım bu arada):

"Ey zavallı milletim dinle! Şu anda, hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında, az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. Fakir fukaranın hayatını anlatan zengin yazarlarımıza gece kulüplerinde içtikleri viskileri zehir oluyor. Zengin takımının hayatını gözlerimizin önüne sermeye çalışan meteliksiz yazarlarımız da aslında şu fakir milleti düşündükleri için, küçük meyhanelerinde ağız tadıyla içemiyorlar. Ey şu fakir milletim! Aslında seni anlatmıyoruz. Sefil ruhlarımızın korkak karanlığını anlatıyoruz. İşte onun için sana yanaşamıyoruz. Senin yanında bir sığıntı gibi yaşıyoruz. Hiç utanmıyor muyuz? Hiç utanmıyoruz!"

Ben daha bir şey söylemesem de olur herhalde. Kalın sağlıcakla.

24 Nisan 2014 Perşembe

Arzu Arınel - 41. Oda: Mardinkapı

Efem, düşündüm ki çoktandır şöyle Asım Abi tadında entelliğimi vurguladığım bir yazı yazmamışım. Entelim ben. Neden? Çünkü baktım ki ben ağırlıklı olarak klasikleri okuyorum; yani en azından bundan kırk elli yıl önce yazılmış kitapları. Dedim ki neden entelliğimi konuşturup popüler kültüre bir katkım olsun diye son yıllarda çıkmış bir kitap okumuyorum?

Şaka şaka, benim kafam o kadarına basmaz. Şenlikte, ilk eserini 2010 ve sonrasında yazmış bir yazardan kitap okuma kategorisi vardı. Ondan tüm bu artistliğim. Ama yani sonuçta yine de okumuş olduğum için pek tabii ki entelliğimden de ödün verecek değilim.

Neyse, bu kadar boş muhabbet yeter. Kitaptan bahsedelim biraz da.

41. Oda: Mardinkapı ile 2013 yılı Everest Yayınları İlk Roman Ödülü'nü kazanmış Arzu Arınel. Bunu ilk duyduğumda herhalde aşağı yukarı yaşıtızdır diye düşünmüştüm. Yanılmışım. 1959 doğumluymuş kendisi. Kitap yazma işini ciddiye aldığını da yazarlık kursuna gitmiş olmasından anlıyoruz. İşte, gördüğünüz gibi azmin elinden bir şey kurtulmuyor sayın seyirciler. Bize de helal olsun demek düşüyor.

Kitapta Kırıkkaleli (arka kapakta Kırşehirli yazıyor ama sanırım yanlışlık olmuş ya da ben bir şeyleri gözden kaçırıyorum) bir ailenin dağılışı, evin en büyük kızı Berna üzerinden anlatılmış. Tabii bir Türk ailesinin dağılış süreci anlatılınca işin içine ister istemez bir sürü eş dost, akraba da dahil oluyor ve kitabın ilk yarısı bitip de ana olay oturana kadar epey karakter dolaşıyor ortalıkta. Haliyle onca isim de biraz yorucu olabiliyor. Sonra sonra asıl konu oturunca böyle bir sorun kalmıyor.

Kitapta genelev lügatinden seçmeler isimli iki bölüm var. Kısa kısa bazı bilgiler veriliyor. Berna'yı ve genel olarak hayatını anlamak için bu bölümler iyi düşünülmüş.

Kitabı beğendin mi derseniz, aslında çok değil. Fakat kötü de değil. Normal diyelim. Nasıl demek lazım, yeni bir şey söylemiyor. Ama söylediği kadarını düzgün söylüyor. Vakti zamanında Stephen King'in Yeşil Yol'u için bu adamın anlatımında canımı sıkan bir şey var ama ne olduğunu bulamıyorum, çiğ midir nedir demiş; hatta kendim bile ne demek istediğimi anlamadım diye itiraf etmiştim ya hani, hah işte, ondan bu kitapta da var. Yalnız fark edebileceğiniz üzere yine anlatamadım. Yani aradan geçen onca zamanda kendimi düzgün ifade etmek adına hiç yol kat edememişim. Alkışlar bana. İstikrar önemli çünkü, iyi tarafından bakmak lazım.

Eeeveeeet, bugünlük de bana ayrılan sürenin sonuna gelmiş bulunuyorum. Geçenlerde yiiiğrım (kardeşim olur kendisi) niye hep kitap yazısı yazıyorsun da normal yazı yazmıyorsun diye bir serzenişte bulunmuştu bana. Aslında evet, yazmam lazım da bilen bilir, bu üşengeçlik bir harika dostum. :) İnş cnm yaa :s diyorum kısaca. Hadi şimdilik bana eyvallah.

20 Nisan 2014 Pazar

George Orwell - 1984

Başlamadan önce ufak bir not: Yazının en sonunda kitabın sonuna dair az biraz bilgi vermiş olabilirim (olmayabilirim de). Uyarmak istedim, yoksa vicdanım rahat bırakmaz beni. Hoopss, o göz aşağı kaymasın o yüzden, aman diyeyim.

"KAHROLSUN BÜYÜK BİRADER!"

Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sı ve Ray Bradbury'nin Fahrenheit 451'inin ardından distopya türünde çok sağlam adımlarla ilerlemeye devam ediyorum. İlk etapta okumak istediğim dört distopik kitaptan geriye sadece Yevgeni Zamyatin'in Biz'i kaldı. Şu ana kadar okuduklarım içerisinde sanırım en etkileyicisi 1984 oldu.

Nedeni için bu seferlik farklı bir anlatım şekli deneyeyim diyorum. Onun için gelin biraz kafa kafaya verelim.

Sonsuz bir iktidar, sonsuz bir güç istiyorsunuz. Diyelim bir şekilde iktidara geldiniz. Bunu nasıl sürekli kılarsınız? Ne yapmak lazım? Bu konuları merak ediyorsanız bu kitap sizin için distopya değil, bir ütopya. Onun için lütfen böyle düşünmekten bir an önce vazgeçin. Bir de sizinle uğraşmayalım. Ama bu konuların üzerine yine de biraz eğilmemiz lazım.

Öncelikle toplumun bize tehdit oluşturmaması lazım, değil mi? Bunun için de toplumu oluşturan her bir bireyi bir şekilde gözetim altında tutmamız ve çaktırmadan bizim istediğimiz şekilde davranmalarını sağlamamız lazım. Düşünmelerini istemeyiz mesela, hele hele kuşkulanmalarını ve sorgulamalarını hiç istemeyiz. Onun için her bir bireyi günün her anında meşgul tutmanın bir yolunu bulmalıyız.

Meşgul tutmalıyız; çünkü boş bırakacağımız bir anda normal şartlarda bireyi özgürleştirecek bir fikrin filizlenmesine tahammülümüz yok. Bu durumda bir şekilde daima izlemek ve yönlendirmek durumundayız. Evlerini izleyelim, bunu bilsinler üstelik. Görebilecekleri şekilde izleyelim. Çalışırken izleyelim sonra. Başlarını kaldıramasınlar ya da yeri geldi mi sıkıntıdan patlasınlar; ama hiçbir yere hareket edemesinler.

Pek tabii ki dilde de çeşitli yeniliklere ihtiyacımız olacak. O ne öyle, her şey için birden fazla kelime var. Olmaz. Bunlara gerek yok. Sığ kalıplar nelerine yetmiyor? Hoşuna gitmediği zaman 'kötü', 'iğrenç', 'rezil', 'pis' vb. bir sürü lafa tahammülümüz yok. Bunları kullanmayı bilen düşünmesini de bilir. O zaman ne yapıyoruz? Her durum için bir tek kelime seçiyoruz. Mesela 'iyi' diyoruz. Hoşuna gitmedi mi? 'İyi değil' de. Böylece biraz önceki tüm anlamları birden karşılamış da olursun.

Bu ve benzeri daha birkaç yöntemi başarılı bir şekilde uygulayınca o toplumu ele geçirmiş oluruz zaten. Ondan sonra ne iktidarın hareketleri sorgulanır ne de düzen bozulur. Zaten amacımız da bu değil miydi?

Sevgili okur, şu ana kadar yazdıklarım kitabın anlattıklarının yanında devede kulak kalıyor. Bu kitabı okumak lazım azizim. Epey zaman önce bir psikolojik çalışma okumuştum. Sürekli gözlenen, izlenen insanlar (kamera vb. ile) davranışlarını değiştiriyorlar ve çekingen oluyorlarmış. Yani bence de doğru. Kendimden biliyorum. Kendimiz olamıyoruz o anlarda biz. Benim istemediğim birisi beni ne demeye izlesin sürekli? Kime ne lan benim ne yaptığımdan? Saçma sapan işler vesselam, bu konulara kafa yormak lazım.

Onun için siz de okuyun bu kitabı ve tehlikenin farkında olun. Yoksa ne olacağını söyleyeyim mi? Yoksa hepimize bunu dedirtecekler:

2 x 2 = 5

Düşünün, sorgulayın, merak edin, araştırın, okuyun, okutun.
 

14 Nisan 2014 Pazartesi

Jane Austen - Aşk ve Gurur (Kitap + Film)

İlk baskısını ta 1813'te yapan ve dönemini eleştirmesinin yanında yazarının ileri görüşlülüğünü de gösteren bir kitap Aşk ve Gurur.

Dönemi eleştiriyor; çünkü geçtiği yerde, yani dönemin İngiltere'sinde kadınların tek bir düşüncesi varsa o da evlilik. Millet kafayı evlilikle bozmuş resmen. Yirmisine girip de hala evlenmemiş kızlar yerin dibine sokuluyormuş o dönemler evde kaldı diye. Evliliğin en önemli şartıysa varlıklı birisiyle evlenmek! Ne güzel, di mi?

Jane Austen'in hiç evlenmemiş olduğunu düşünürsek baş karakteri Elizabeth Bennet üzerinden söylediği cümleler az çok kendi bakış açısını yansıtıyor diyebilir miyiz acaba? Bence deriz, ben derim yani. Özellikle Elizabeth'in bu para hırsına gülüp geçmesi ve mantıklı düşünce yapısı zamanının çok ilerisinde, günümüze daha yakın bir profil çizmesine sebep oluyor. Mantıklı insanın hali bir başka. Tamam, biraz inatçlık ve dikbaşlılık da var.

Su gibi akıp gidiyor bu arada kitap. Ne ara bittiğini anlamadım. Bunda kısa kısa bölümlerden oluşması da etkilidir tabii de ben özellikle Austen'in akıcı dilini çok beğendim. Yoksa çeviriden mi kaynaklanıyor bu? Çevirmen Nihal Yeğinobalı'nın çok usta bir isim olduğunu biliyoruz çünkü. Ben bunların her ikisi de geçerli diye düşünüyorum.

Kitabın Türkçe çevirilerinde Aşk ve Gurur'dan başka Gurur ve Önyargı ismi de kullanılmış (ya da tam tersi, bilemedim). Orijinal isminin Pride and Prejudice olduğunu biliyoruz; yani birebir çevirisi için Gurur ve Önyargı daha doğru. Karakterleri düşününce de Gurur (Darcy) ve Önyargı (Elizabeth) daha doğru. E, daha niye Aşk ve Gurur olmuş o zaman? İşte bunlar hep pazarlama.

Elizabeth'in babası Bay Bennet, en sevdiğim karakter oldu. Mükemmel bir mizah yeteneği de varmış Austen'in ve hepsini Bay Bennet üzerinden aksettirmiş resmen. Karısı Bayan Bennet'a verdiği bazı cevaplar durup dururken kahkaha atmama sebep oldu. Çok iyi yazılmış. Tabii bunda karakterin vurdumduymazlığı mı desem, tembelliği mi desem, o da etkili ama hangimiz kusursuzuz ki? Böyle de acayip saçma bir şekilde bağlamış oldum. Aferin bana.

Diğer karakterlerden de Bay Collins için ne desem az. Hele ki Bay Bennet'a yazdığı mektuplar, hahhaa, böyle bir şey olamaz. Ekşisözlük'te bir arkadaş kendisinin Türk olduğunu düşünüyorum diye yazmış, benim niye hiç aklıma gelmedi bilmiyorum. Çok haklı! :)

Kitabın birçok film ve dizi uyarlaması var. Ben en son çekilen Pride & Prejudice'i izledim. Hem yönetmeni Joe Wright başarılı bir uyarlamacı hem de yönetmen oyuncu işbirliği konusunda Keira Knightley ile acayip bir uyum yakalamış haldeler. Gerçi son filmleri Anna Karenina'yı izlemedim henüz ama o kadar olur artık.

Bu film hakkında konuşursak, öncelikle dikkat etmemiz gereken jeneriğin başında uyarlama değil de 'esinlenilmiştir' şeklinde bir bilgilendirme bulunması. Yani aslında kitabı filme çekmişler demek çok doğru değil, kitabı esas alıp kendilerine göre yorumlamışlar. Böylece birebir uyarlama olsa çok fena eleştirebileceğim yerleri eleştiremez oluyorum. Resmen bana inat olsun diye yapmışlar. Vay arkadaş...

Neymiş bu kadar hoşuna gitmeyen derseniz, öncelikle yukarıda özellikle belirttiğim matrak Bay Bennet'ın kitaptaki haliyle çok alakasız bir karakter olmasını saymam lazım. Filmde hiç de komik değil. Hayal kırıklığı resmen. Ayrıca bazı sahnelerde karakterlerin edindikleri bilgiler aslında kitapta hiç de öyle değiller, çok daha çetrefilli öğrenmeleri lazımdı onların o bilgileri. Hani ufak tefek meseleler olsa tamam diyeceğim ama değil işte, kitap hakkında okumayanların zevkini kaçıracak bir şey söylemek istemediğim için daha derine inemiyorum.

Yine ne varsa IMDB Trivia sayfasında var. Şok edici bir bilgi edindim film hakkında. Bu filmde Jane karakterini oynayan ve gerçekten de en az kitapta bahsedildiği kadar güzel olan (maşallah) Rosamund Pike, bu filmde rol almak için Harry Potter ve Ateş Kadehi'nde Rita Skeeter'ı oynama teklifini geri çevirmiş. Olaya gel! Gözümde ömür boyu çirkef olacaktı, o rolü es geçip Jane'i seçince ömür boyu güzellik abidesi olacak. Bazı şeyler çok ilginç...

En başarılı oyuncu olarak da Darcy rolündeki Matthew Macfadyen'i seçiyorum. Kitaptan çıkmış gelmiş adeta, çok başarılı. Kendisini de hiç tanımıyordum, böylece tanışmış olduk. İkinci olarak da Mrs. Bennet rolündeki Brenda Blethyn diyeceğim. O da en az kitaptaki kadar iyiydi bana göre.

Böyleyken böyle işte millet, adamlar yapıyor gördüğünüz gibi. Yani ben şu filmi kitabı okumamış olsam bile sırf Joe Wright'ın uzun sekansları için beğenirdim. Acayip zaafım var bu tek çekim sahnelere.

Aşk ve Gurur sayesinde yapmış olduğum bu ufak ve tarihi İngiltere gezimin sonuna gelmiş bulunuyorum. Daha sonraki yolculuklarımda tekrar birlikte olmak dileğiyle hepinizi selamlıyorum. Hoşça kalın.

Dipnot: Dün acayip bir şey oldu. Çok hoşuma gitti. Tekrar teşekkür ediyor ve sahibinin de yüksek müsadesiyle buraya bir ekran görüntüsü koymak istiyorum.

13 Nisan 2014 Pazar

David Mitchell - Bulut Atlası (Kitap + Film)

Bir buçuk yıl kadar önce Wachowski kardeşlerle Tom Tykwer'in beraber bir film çekeceklerini duyduğumda 'oha, olaya gel' diyerek her zamanki gibi benden beklenecek şekilde hayvani bir tepki vermiştim. İşte o film, Cloud Atlas'tı (işte o adamın adı Aynştayn'dı şeklinde okunması lazım buranın); yani Bulut Atlası.

Tabii klasik takıntım olduğu üzere önce kitabını okumalıydım. Aslında bu şart değildi ama dedim ki bu arkadaşlar bir kitabın üzerine film çekeceklerse onun deli manyak bir şey olması lazım. Ayrıca büyük ihtimalle anlamayacağım kadar da karmaşık olma ihtimali var. Bu durumda kitabı okuyayım, hiç olmadı filmde anlarım diye düşündüm. Hahaaa, yalnız kitabı da gayet anladım. Ama kitabı dahi okuma sebebim film olduğu için filmi yine de izledim. Ondan daha sonra bahsedeceğim, önce kitap.

Kitap, bugüne kadar benzerine öyle sanıyorum ki rastlamadığım bir kurguya sahip. Altı farklı öykü var esasen. Bunların isimlerini her seferinde uzun uzun yazmamak adına bir kez listelemek istiyorum. İlerde buraya bakınca bana da kolaylık olur hem hatırlamam açısından hangisi önceydi, hangisi sonraydı diye:
  1. Adam Ewing'in Pasifik Güncesi
  2. Zedelghem'den Mektuplar
  3. Yarım-Hayatlar: İlk Luisa Rey Gizemi
  4. Timothy Cavendish'in Dehşetli Çilesi
  5. Sonmi~451'in Niyazı
  6. Sloosha Geçidi ve Sooraki Her Bi' Şey
Kitabın iddiası temelde bu altı öykünün birbiriyle epeyce bağlantılı olacağıydı. Epeyce kısmı benim beklentimden dolayı abartılmış da olabilir; çünkü ben öyle çok da bağlantı göremedim. Herhalde ki bazı referanslar var bölümler arasında ama o zaten olmalıydı bu iddiadan dolayı. Hatta yer yer sanki bariz bir şekilde gözümüze sokulmaya çalışılıyor ilişkiler, bu da biraz rahatsız ediciydi. O kadar net söyleyene kadar biraz daha işkillendirecek cümleler kurulabilirdi.

Şimdi, daha önemlisi ve kitap adına beğendiğim iki önemli özellik var. Birincisi her bölümün farklı bir edebi türde yazılmış olması; günce, mektuplaşma, polisiye, anı, söyleşi gibi. Özellikle 4. bölümdeki ifadelere bayıldım. En sevdiğim kısım o oldu. Yaşlı birisinin ağzından çıkabilecek veya yaşlı birinin kafasında kuracağı cümleler çok ama çok yerindeydi. Hani yaşlıların güldürme amacı gütmeden komik konuşmaları vardır ya, onu demeye çalışıyorum ama beceremiyorum şu an.

En sevmediğim kısımlarsa neden bilmiyorum ama 5. öyküye ait. Söyleşi olmasından mı, yoksa sırf gelecek tasviri olduğundan mı bilmiyorum. Gelecek tasviriyle demek istediğim şu: öyle teknik isimler icat etmiş ki yazar, okurken tekliyor insan. Kısacası o bölüm(ler) biraz sıkıntılı oldu benim için.

Kitaba dair beğendiğim ikinci önemli özellik de kurgusuydu. Bu altı öykünün her birisi farklı zamanlarda geçiyor. 1800lü yıllar, 1900lü yıllar, gelecek, daha gelecek vs. Kurgunun güzelliği ise şu: bölümler kitapta 1-2-3-4-5-6-5-4-3-2-1 sırasıyla anlatılmış. Ne güzel, değil mi? Yani, 1. öykü başlıyor ve yarısında kesilip 2. öykü başlıyor. Bu böyle 6. öyküye kadar devam ediyor. Ondan sonra ters sırada diğer öyküler kaldıkları yerden devam ediyor ve kitap bitiyor. Ama böyle bir kurgu fikriyle gelen bir yazardan daha şaşırtıcı ve etkileyici bağlantılar beklerdim ben. Yukarıda bölümler arası bağlantıların azlığından yakınmamın ve beni çok tatmin etmedi dememin sebebi de aslen bu.

Kısacası, bence David Mitchell çıkıp bu altı öyküyü altı farklı kitap olarak yazsaymış en azından yarısı on numara kitaplar olurmuş diye düşünüyorum. Çünkü türlerin hepsinde iyi iş çıkarmış. Hani benim böyle yeteneğim olacak... Hımmm, çok iddialı bir cümle başlangıcı oldu. Benim öyle yeteneğim olsa ne olurdu bilmiyorum. Garanti üşenip yazmazdım.

Kitabı okurken aldığım notlara baktım. İkisini paylaşmak istiyorum. Birincisi altını çizmiş olduğum şu cümle: "O kadar parayı etrafta, ayakkabı kutularında sakladığımı mı sanıyorsunuz?". Kitabın ilk baskısını 2004'te yaptığını söylüyorum ve neyse, bu konuda daha fazla yorum yapmıyorum. Sadece Mitchell'ı bağzı arkadaşlara kötü örnek olduğu için esefle kınıyorum.

İkinci notuma göre de, dikkat ettiyseniz 6. hikayenin isminde dahi bir dil bozukluğu var. Zaten o öykü epey bir gelecek zamanda geçiyor, kıyamet sonrası demek doğru olur mu bilmiyorum. Kitapta Düşüş olarak geçiyor. O bölüm boyunca böyle bozuk bir dil kullanılmış. Acaba bu, zamanla dilin yozlaştığını göstermek için mi diye düşünmüştüm kitabı okurken. Yani insanlığın o anki halini düşününce gayet doğal görünüyor bana.

Bu arada, sanırım şu yazılarımı biraz daha kısa yazmam lazım. Niye hep böyle uzun oluyor bunlar hiç anlamıyorum. Zevzek olduğum için mi acaba? İsviçreli bilimadamı tanıdığı olan varsa rica edebilir mi acaba, beni bi inceleseler?

O arada filmden de biraz bahsedeyim ben yine de. Yoksa çatlarım. Kaldı ki kitabı okuma sebebimdi bu film.


Yazının başında da belirttiğim gibi üç yönetmeni var filmin. Wachowski kardeşler zaten beraber takılırlar hep. Fakat yanlarında Tom Tykwer de olunca dengeyi nasıl ayarlamışlar acaba diye merak etmiştim. Şöyle ayarlamışlar: filmin üç hikayesini Wachowskiler, üç hikayesini de Tykwer çekmiş. Oyuncular haric çekim ekipleri de tamamen farklıymış bu arada. Yani Halle Berry'nin de belirttiği gibi bir gün Tykwer ile çekimlerde 1936'daki rolünü oynarken bir başka gün Wachowskiler'le Çöküş'ten sonraki zamanlarını oynaması gerekmiş. Diğer oyuncular için de geçerli durum. Bu durumda hepsini tebrik etmek lazım. Oyunculuklar şahane çünkü.

Öyküler arası geçişler de çok güzel olmuş bence. Karakterler güzel aktarılmış. Kitaptan farklı olan yerler vardı ama hepsi ince detay olacak konulardı, o yüzden rahatsız etmedi izlerken. En hoşuma giden şeylerden birisi de anlatılan hikayelerin kitapta yazıldığı tekniğe olabildiğince yakın bir yöntemle çekilmiş olması. Yani Robert Frobisher'ın bölümü mektuplaşmaydı kitapta, filmde de o bölümleri izlerken çok büyük oranda Frobisher'in sesinden mektupları dinliyoruz. Aynı şekilde Tim Cavendish'li bölümde de Cavendish'in anıları olarak izliyoruz. Bu film ekibi bir harika dostum!

Sonuç olarak beklentimden daha da iyi çıktı film. Kurgusu kitaptan daha farklı; çünkü biraz da böyle olmak zorunda. Kitaptaki şekliyle birebir çekilse patlardım herhalde sıkıntıdan. Ha, bu şekilde de kitabı okumayanların filmden hiçbir şey anlamama ihtimalleri var ki bu durumda da ne diyeceğimi az çok tahmin edersiniz: kitap okuyun lan!

Saatin başını alıp gittiği şu an itibariyle nihayet bu yazımın da sonuna gelmiş bulunuyorum. Bu uzun yolculukta bana eşlik ettiğiniz için teşekkür ederim. Ah, sizler de olmasanız... Esen kalın efem.

3 Nisan 2014 Perşembe

Oğuz Atay - Tehlikeli Oyunlar

ÖNSÖZÜ OKUMAYIN!

Kitapsever güzide insanlar için bir uyarıyla başlamak istedim bu sefer. Eğer Tehlikeli Oyunlar'ı okumamış ama okumayı düşünen birisiyseniz sakın ha kitabın başındaki önsözü okumayın. Kitap bitince okursunuz çok istiyorsanız. Cevat Çapan'a emeği için teşekkür ederiz, o ayrı mesele tabii de daha kitaba başlamadan kitabın sonunu bilmesem de olurdu. Artık kesin kararımı vermiş bulunuyorum. Bundan sonra önsözleri kitabı bitirince okuyacağım.

Tehlikeli Oyunlar, edebiyatımızın en farklı ve derin yazarlarından Oğuz Atay'ın ikinci kitabı. İlk kitabı Tutunamayanlar'ı geçtiğimiz aylarda okumuştum. Bildiğiniz gibi Tutunamayanlar, ülkemizde okunmamış ama okunduğu en fazla iddia edilen kitapların başında gelir. Bu istatistiği şu anda ben uydurmuş olsam da çok haksız olduğumu düşünmüyorum. Neyse, Tehlikeli Oyunlar'a geçeyim; zira söyleyeceklerim biraz fazla.

Kitaba bir tiyatro eseriymişçesine oyunla başlamış Atay. Yani tıpkı Tutunamayanlar'da olduğu gibi bu kitapta da edebi tür olarak sadece romandan bahsedemiyoruz. Baş karakterimiz Hikmet(ler). Albayım da albayım, hep albayım, her sayfada on beş kere yazılmazsa olmaz olan albayım Hüsamettin Tambay ana yan karakterimiz. Bilge, Sevgi, dul kadın ve diğerleri de cabası.

Adından da anlaşılacağı gibi biraz sıkıntılı bir kitap Tehlikeli Oyunlar. Hayatın gerçeklerine ve insanın kendini yenmesine bağlı düşüncelerinden (ikinci kısmı kitabın arka kapak yazısından çaldım) dolayı iç dünyasını epeyce karıştırmış olan Hikmet Benol ile beraber sayıklıyoruz kitap boyunca. Sayıklıyoruz dedim; çünkü bu kitapta bilinç akışı tekniği sürekli kullanılmış. Atay'a özgü o uzun paragraflar özellikle kusursuz. Kurgusunun da çoğunlukla şöyle bir güzelliği var: bölümün başında gayet de gerçek hayattan başlıyorsunuz okumaya ama sayfalar ilerledikçe aslında bir rüyayı okuduğunuzu anlıyorsunuz ve ne zaman gerçek bitti de rüyaya geçtik sorusu ortaya çıkıyor. Bölüm sonlarındaysa genel bir toparlama ve serzeniş oluyor diyebiliriz aynı şekilde.

Hikmet'in Sevgi ile olan evliliğinden ziyade Bilge'ye olan sevgisi ön planda. Albay Hüsamettin'i de sayarsak aslında tüm kitabın çatısı bu karakterler üzerine kurulu. Okuduğumuz satırların çok büyük bölümüyse Hikmet'in ağzından çıkanlar veya aklından geçenler. Dolayısıyla ortalık epey karışık.

Kitap içerisinde azımsanmayacak oranda Doğu Batı tahlilleri ve kıyaslamalar mevcut. Özellikle İngilizler muhabbeti geçen sayfalarda bu göze çarpıyor. Bundan başka tarihi karakterlerin de yer yer ortaya çıkışına ve belli oyunlarda yer alışlarına bakarak Oğuz Atay'ın bilgi birikimi çok yüksek birisi olduğunu anlayabiliyoruz. Kültürlü insanın hali bir başka. Bu durumda, cehaletin mutluluk olduğunu da kabul edersek Atay'ın kitaplarındaki bu karanlık ve umutsuz havanın sebebi gayet net anlaşılabilir.

Kendi içinde bilinç akışı olmayan temel olarak bir iki yer var kitapta. Bunlardan biri Hikmet'in Bilge'ye yazdığı mektup, diğeri de Sevgi'nin hayatının anlatıldığı bölümler. Bu iki kısım da birbirinden güzel. Mektup çok güzel; çünkü mektupta biz aslında o an konuşan Hikmet'in 'normal' bir insan olma yakarışını ve oyunlara kendini bu kadar kaptırmamış olsa nasıl birisi olabileceğini, nasıl ifadelerle konuşabileceğini görüyoruz. Sevgi'nin hayatının anlatıldığı bölümler ise bize Oğuz Atay'ın mükemmel bir öykü yazarı olabileceğini söylüyor. Kitabın en hızlı akan sayfaları onlardı sanırım. Bu öykü yazarlığı konusunda öyle umuyorum ki Korkuyu Beklerken'i okuyunca haklı çıkacağım.

Kitabın sonlarına doğru ismi Son Yemek olan bir bölüm var. İçerisinde Hz. İsa'nın son yemeğine dair referanslar var diyemeyeceğim; çünkü zaten Hikmet ve diğer karakterler böyle olduğunu söylüyor. Kitapta adı geçen bütün karakterler o yemekte var. Bu bölüm okuduğum en güzel kitap bölümlerinden birisi olarak da beynimin gerekli yerine işlendi. Bence ortalama bir yazar bu kadar başarılı ve tutarlı bir sahne yazamaz. Mümkünatı yok. Fakat bu bölümü okurken sayfalar geçtikçe insanın kafasında bir soru belirmeye başlıyor. Sadece bir karakter o bölümde yok. Nerde bu, bu niye yok diye içim içimi yedi okurken.

Hemen sonraki bölümde de Hikmet bunu belirtti o karaktere bir şekilde. İşte bu belirtmenin de şu anlamı vardı benim için: Atay sanki ben Son Yemek'i okurken içten içe kendimi yiyeceğimi ve öyle bir bölümde o karakterin büyü bir rolünün olacağını düşündüğümü biliyor. Ama yine de o karakteri getirmiyor yemeğe ve sonrasında da bunu baş karakter ağzıyla söyleterek 'bak, seninle de istediğim gibi oynarım sevgili okurcuğum' diyor. Ben biraz fazla anlam yüklemiş de olabilirim, bilemiyorum.

Kitabın son paragrafıysa sokaktan geçen ve belli ki sinemadan yeni çıkmış bir çiftin diyaloğundan oluşuyor. Bana göre yukarıda dediğim şekliyle burada da Oğuz Atay bizimle fena kafa buluyor, ayar veriyor amiyane tabirle. Hastasıyım böyle şeylerin. Çok hoşuma gitti. :)

Şimdi, değinmek istediğim ve kitaptan sonra da birçok yerde okuduğum bir nokta var. Kitaptaki üç karakterin isimlerine bakıyoruz: Hikmet Benol, Sevgi ve Bilge. Hikmet'te farklı kişilikler var, Hikmet VII'ye kadar gitti yanlış hatırlamıyorsam. Yani soyadına ters. Ya da şöyle diyelim, bütün amacı kendisi olmak ama beceremediği de o. Ayrıca Sevgi çok soğukken (sürekli üşüdüğünü boşuna gözümüze sokmadı onca zaman) Bilge'nin de çok bilgili birisi olduğu söylenemez. Yani karakterlerin isimleri ile de kitabın havasını korunmuş.

Oğuz Atay üzerine de bir iki kelam edip bitireceğim. Öncelikle artık emin oldum ki kendisi bir cümleyi 'aman işte canım' diyerek yazmıyor. Boş cümlesi yok. O cümle yerine başka bir ifade koysa yerini tutmayacağı için onu yazıyor. Bunu ne kadar düzgün anlatabildim bilmiyorum. Bunun da şöyle bir güzelliği var: yazdıkları kurgudan çok gerçeğe benziyor böylece. Yani bizim soluklanmamız gibi bir derdi yok. Kitap süresince Hikmet'in de yaşıyor olduğunu düşünebiliyor insan.

Kitap ve Oğuz Atay hakkında olumsuz eleştiri olarak söyleyebileceklerime gelirsem: çok fazla 'albayım' var. Edebi havayı vs. bi kenara bırakırsak biraz sıkıcı olabiliyor. Bir diğer ve aslında daha çok kafamı kurcalayan mesele ise şu: buraya kadar okuduysanız (valla helal olsun, karşılaşırsak çay ısmarlayayım, sözüm olsun) Hikmet Benol'un da bir tutunamayan olduğunu fark etmişsinizdir.

Bu neden önemli? E, Hikmet Benol bir tutunayamansa ve Oğuz Atay'ın ilk kitabı zaten Tutunamayanlar'sa burada bir terslik yok mu? Ya Tehlikeli Oyunlar önce yazılmalıydı; çünkü Tehlikeli Oyunlar daha özelken Tutunamayanlar daha genel ya da Oğuz Atay kendini tekrar etmiş. Temel olarak kafamda oluşan soru işareti de bu. Yalnız bunlar kitabın kendi başına çok iyi olduğunu değiştirmiyor. Ona lafım yok (iki saattir övüyorum zaten).

Uzun oldu ama baştan uyarmıştım söyleyeceklerim biraz çok diye. Bir de altını çizdiğim yerlerden alıntı yapmaya kalksam yazının uzunluğu abartısız beş, abartılı on üç buçuk katı olurdu diye düşünüyorum. Ama tek bir tane yapmam gerekirse iki saattir yazdığım halde hala anlatamadıklarımı da vurgulaması açısından "kelimeler albayım, bazı anlamlara gelmiyor" diyorum ve hepinizi sevgiyle selamlıyorum.