25 Mart 2014 Salı

J. R. R. Tolkien - Silmarillion

Ne yapsam, nereden başlasam da anlatsam, anlatmaya çalışsam? Kafamda onlarca isim, birbirine girmiş soyağaçları, mekan ve olay isimleri...

Orta Dünya ile alakalı olarak bugüne kadar sırasıyla Yüzüklerin Efendisi, Hurin'in Çocukları ve Hobbit'i okumuştum. Yüzüklerin Efendisi'ni okurken liseye gidiyordum. Hurin'in Çocukları'nı ise üniversite için gittiğim Çanakkale'deki ilk dönemimde ne yapsam da kafayı yemesem diyerek okumuş ve biraz olsun bu diyarlardan uzaklaşabilmiştim. Geçen yıl da Hobbit'i okumuştum hazır filmleri de geliyor, olaya hakim olmak lazım diye.

Silmarillion'u ise geçen yıl Hobbit'le beraber aldığım halde bekletiyordum. Bir kişi de çıkıp demez mi arkadaş oku bir an önce diye. Varsa yoksa çok isim var da, yok işte arkadaki rehbere bakmaktan kitap okunmuyor da bilmem ne. Yalnız adamlar haklıymış. :)

Şimdi bu kutsal kitap hakkında ki sanırım kendisine kutsal bir kitap sıfatı vermek çok da yanlış olmaz, yazılabilecek çok şey var. Ben de sırayla birkaç kelam edip gitme niyetindeyim. Bakalım artık, ne zaman biterse söyleyeceklerim.

Bugüne kadar okuduğum tüm Orta Dünya eserlerinde geçen olaylar Silmarillion'da çok çok az yer ediyor. Zaten onlar da kitabın son bölümündeki Üçüncü Çağ dönemini kısacık vermek için var orada belli ki. Silmarillion ise çok büyük bir kısmında adını almış olduğu silmarillerin tarihini anlatıyor: Quenta Silmarillion'u.

Kitabın başında Tolkien'in vakti zamanında bir yayıncıya Silmarillion'u yazma öyküsünü anlattığı bir mektubu var. Mektup dediysem de elli altmış sayfa var yani. Kitabı okuyacaklar bu mektubu en sona bırakmalı bence; çünkü içinde bütün kitabın özeti var. Gerçi kitapta aşırı sayıda isim olduğu için ilerleyen sayfalara dair pek risk oluşturmuyor, unutuyorsunuz çünkü. Kitabın sonunda ise soyağaçları, haritalar, kitaptaki isimlerin bir indeksi ve Tolkien'in oluşturmuş olduğu dil için okuma kılavuzu ile belli başlı kelimelerin ve köklerin anlamlarının olduğu ufak bir sözlük var. Zaten tüm bunlar kitabın 100 sayfasını falan ele geçirmiş durumda.

Şimdi burada oturup isimleri vererek yazmak ne kadar mantıklı bilmiyorum. Bakın mesela ilk aklıma gelen isimleri karışık yazıyorum ki kitapta üüühüüüüü, bir sürü var: Eru, Valar, Maia, Manwe, Melkor, Yavanna, Maia Melian, Varda, Fingolfin (reyiz ya, alemin kralı, cesur yürek), Finrod, Fingon, Turgon, Maedhros, Galadriel, Findulias (bahtsız ki ahhh ne bahtsız), Hurin, Turin Turambar, Huor, Tuor, Thingol, Gil-Galad, Glaurung, Finwe, Feanor... Yok ya, vazgeçtim, okuyanlara da yazık.

Ama kitabı okuyanların fark edeceği gibi büyük ihtimalle Tolkien'in tüm bu kitabı uğruna yazdığı karakterleri belirtmedim: Beren ile Luthien'i. Tüm evrenin en büyük aşk hikayesini oluşturan bu bölüm kitabın da en uzun kısımlarından birisi aynı zamanda. Şu kadarını söyleyeyim, Tolkien'le eşi Edith'in mezar taşlarında da bu isimler yazmakta. Bilmem anlatabildim mi?

Şimdi tabii Tolkien'i bu konuda biz insancıklar kınayabilirz bence, haksız da sayılmayız. Çünkü seviyeyi aşırı yükseltmiş. Sevdiğin için evren kurup destan yazmak nedir Eru aşkına? Biz ne yapalım şimdi? Nerelere gidelim?

Bu arada evet, kitabın girişindeki mektupta Tolkien, Silmarillion'u yazmasının temel nedenini de açıklıyor: ülkesine ait büyük bir destan ya da mitolojinin olmaması. Ondan sonra da dur ya nedir, iki dakikalık iş deyip yazıyor sanki mübarek. Adam evreni kuruyor, zamanı başlatıyor, güneş ve ayı bilmem ne kadar zaman sonra getiriyor, evrenin düzlüğü ve yuvarlaklığı üzerinden döngüsel felsefe yapıyor, farklı edebi türler kullanıyor, daha neler neler.

Yani kimisi çıkıp 'yyeaaa işte Tolkien de fantastik roman yazmış, edebi değer yok' falan dese ki diyen densizler var gördüğüm kadarıyla, Morgoth çarpar lan adamı. Ungoliant'ın kanına girer yine, mahvederler ortalığı. Adamlar Valinor'u mahvettiler, sizin gözünüzün yaşına bakarlar mı sanıyorsunuz?

Şunu da özellikle hatırlatmakta fayda var bence. Bizim kötü olarak bildiğimiz Sauron, Morgoth'un kulu ve köpeği yani, bilmeyenler bu şekilde düşünebilir. Şimdi Morgoth aslında Melkor ve Ea'ya gönderilmiş Ainur'dan, yani Valar'dan olmasına rağmen Valinor'da kalmayıp Orta Dünya'da yaşamayı seçen ve bu sebepler Arda'nın gerçek sahibi olan sempatik bir arkadaşımız (!) desem pek bir şey anlaşılmayacak, onun için o tarafa bu tarafa çeke çeke anlatmaya çalışıyorum iki saattir. Adam Valar'ın en güçlüsü, şakası yok. Hobi olarak da kötülük yapıyor.

Yazı uzadıkça uzuyor. Tüm kitabı burada anlatacak halim yok. Sadece Fingolfin reyize özel bir paragraf ayırmak istiyorum. Kendisi evrenin gelmiş geçmiş en bi cesur yüreği, en bi delikanlı Elf'idir. Öyle bir ordu toplayıp Sauron'un kapısına gidip çık dışarı lan, dövüşeceğiz demeye benzemez yaptığı iş. Adam, kapısına tek başına dayanıp Melkor'u düelloya davet ediyor, üstüne üstlük yedi yerinden de çiziyor Melkor'un karizmasını. Kendisini son ikametgahına taşıyan kartalların efendisi Thorondor'a da buradan selam ve saygılarımızı sunalım.


Son bir şey daha belirtip bitirmek istiyorum. Bu sayfanın bir yerlerine koymuş olmam gereken soyağacını (soyağaçlarını) incelerseniz göreceksiniz ki (Yüzüklerin Efendisi'ni en azından izlediğinizi varsayıyorum bu arada) Elrond, Galadriel'in damadı. Yani Galadriel, Arwen'in anneannesi. Elrond'un anne tarafıysa ta Beren ile Luthien'e dayanıyor. Bunlar çok ilginç şeyler. Ayrıca bu soyağacındaki her bir bireyin, tabii bazıları daha detaylı olmak üzere, kitapta bir şekilde tüm hayatına değinildiğini söylemem lazım.

Silmarillion'u okumayı düşünenler bence çok da beklemesinler. Gerçekten öyle abartılacak bir okuma zorluğu yok kitabın. Tüm bunların bir insanın kafasından çıktığını düşünün. Daha kitaplığımda Bitmemiş Öyküler var mesela nerden baksanız Silmarillion kadar hacimli. Okudukça her şeyin yerli yerine oturması süper gerçekten. Silmarillion'un kurgusu da çok iyi bu konuda.

Gideyim artık. Silmariller'in ışığı, Beren ile Luthien'in sevgisi sizinle olsun.

15 Mart 2014 Cumartesi

Baharda Kitap Başkadır

Bilenlerin bileceği üzere (yine rezil bir giriş) ikinci etkinliğimiz iki hafta kadar önce bitti. Ayıptır söylemesi ilk 10'a bile girdim, hem de onuncu sıradan. Yani centilmenliğimi konuşturdum, önden bayanlar dedim.

Gerçekten de bu etkinliklere katılmak çok hoşuma gitmesine rağmen neredeyse hiç erkek katılımcı olmaması sebebiyle katılmamayı düşünmedim de değil bu sefer. Sanki yanlış bir şey yapıyormuş gibi hissediyorum kendimi. Davetsiz bir yere gitmiş gibi, ne bileyim işte, öyle yani. Anlayamazsınız!

Ama tabii ki aslında öyle değildir ya, di mi? Evet evet, değildir. Bunlar birtakım kuruntularım benim. Geçen sefer etkinlik için pinuccia'nın yazısına kendimi güne katılıyormuş gibi hissediyorum diye bir yorum yapmıştım. Bu sefer de evin çocuğu gibi hissediyorum, yani günün düzenlendiği evin demek istiyorum. Hahaha... :)

Neyse, bu etkinlik için de kategorilerimiz ve benim seçimlerim aşağıdaki gibi. Tabii değişiklikler olabilir ilerde.

  • 10 Puan: Tavsiyelerine güvendiği birinin önerdiği bir kitabı okuyanlara
    • Sorunca ve cevabı alınca güncelleyeceğim.
    • Murat Uyurkulak - Tol

  • 15 Puan: Bir şiir kitabı okuyanlara
    • Turgut Uyar - Büyük Saat (üç dört ay önce başlamıştım ama kalmıştı öyle, baştan başlamak için mükemmel bir fırsat oldu bu)


  • 15 Puan: Bir öykü kitabı okuyanlara
    • Sait Faik Abasıyanık - Semaver

  • 20 Puan: Adında bir çiçek adı olan veya 'çiçek' sözcüğü geçen bir kitap okuyanlara
    • Anatole France - Kırmızı Zambak

  • 20 Puan: Şimdiye kadar hiçbir kitabını okumadığı bir kadın yazardan bir kitap okuyanlara
    • Emily Bronte - Uğultulu Tepeler

  • 20 Puan: İlk kitabı 2010 yılında veya daha sonrası yıllarda çıkmış bir yazardan bir kitap okuyanlara

  • 20 Puan: Sinemaya uyarlanmış bir kitabı okuyup filmini izleyenlere
    • David Mitchell - Bulut Atlası

  • 20 Puan: Kütüphanesinde en uzun süredir okunmayı bekleyen o kitabı okuyanlara
    • J. R. R. Tolkien - Silmarillion

  • 25 Puan: Kendisi doğmadan en az 100 yıl önce yazılmış bir kitap okuyanlara
    • Jane Austen - Aşk ve Gurur
    • Not: İlk baskısını 1813'te yapmış. Ayrıca tuhaf bir şekilde benim okumak istediğim kitapların çoğunluğu 19. yüzyıl edebiyatındanmış.

  • 25 Puan: Rus edebiyatından bir kitap okuyanlara
    • Ivan Turgenyev - Babalar ve Oğullar

  • 45 Puan: Aynı yazardan en az 1200 sayfa kitap okuyanlara
    • Oğuz Atay - Tehlikeli Oyunlar
    • Oğuz Atay - Oyunlarla Yaşayanlar
    • Oğuz Atay - Korkuyu Beklerken
    • Oğuz Atay - Günlük
    • Oğuz Atay - Eylembilim
    • Oğuz Atay - Bir Bilim Adamının Romanı
    • Not: En beğendiğim kategori bu oldu. Tutunamayanlar'ı okumuştum geçen aylarda. Eğer bir aksilik çıkmazsa Oğuz Atay'ın tüm eserlerini okumuş olacağım etkinlik sonunda.

İşte böyle sayın seyirciler. Rus edebiyatı için Soljenitsin'den bir kitap seçecektim aslında ama 200 sayfa sınırına takıldım. Onu da haricen okurum yetiştirebilirsem.

Yorumlara ve tavsiyelere açığım. Bir söyleyeceğiniz varsa ya şimdi söyleyin ya da sonra söylersiniz. Aceleye gerek yok, bir yere kaçmıyorum yani.

Son olarak çizelgemi de paylaşıyorum ve gidiyorum. Hoşça kalın.



9 Mart 2014 Pazar

Kısa Kısa, #7

Şu blog da olmasa çatlayacağım zamanlar oluyor. Misal, şimdiki zaman. Zaten ben hep şimdiki zamanda çatlarım, hiç geçmişe ait çatlamışlığım yoktur. Geçmişe dair hep 'lan şimdiki aklım olacak var ya'larım vardır. Hepimizin vardır. Geleceğe dairse 'inşallah', 'belki' ve 'keşke'lerden çok 'acaba'larım vardır. Tam olarak ne demek istediğimi ben de anlamadım. Neyse...

Bu yıl güzel filmler izledim ama filmler hakkında tek tek yazı yazmak beni aşan bir iş, zor iş. Kitaplar hakkında yazabiliyorum; çünkü onları bitirmem, daha doğrusu onlarla birlikteliğimiz daha uzun sürüyor. Filmlerse bir buçuk, üç buçuk saat arası zamanlarda gelip giden arkadaşlar. Günde üç film izlediğim bile olabilirken üç günde bir kitap bitirmeyi oldukça iyi saydığımı söylersem aradaki fark daha iyi anlaşılabilir. Anlaşılamıyorsa Edip Cansever'den gelsin: "Ne çıkar siz bizi anlamasanız da". Nalet olsun, gene abarttım.

İzlediğim filmlerden bahsedecektim, nerelere gelmişim. Hep bu güzel havalar işte...

İlk olarak The Artist'ten bahsetmek istiyorum. Çok güzel film. Oscar'ı da aldı zaten. Sessiz değil de sözsüz sinema örneği. Başrol oyuncularının ikisi de çok iyi: Jean Dujardin ve Berenice Bejo. Bir fikir üretip, bunu hem yazan hem de yöneten insan olmak sinemada herhalde en uç noktalardan birisi olsa gerek. Üstüne üstlük bunu bu kadar iyi yapmak ve Oscar almak da cabası... Aslında Oscar'ı ödül olarak değil tören olarak seven birisi olsam bile Oscar alması önemliymiş gibi geliyor bana bu filmin. Arada kaynatmadan yönetmenimiz Michel Hazanavicius'a saygılarımızı sunalım. Zaten soyadı 'hazan' ile başlayan birisinin böyle hüzünlü ama güzel bir film çekmesi çok da yadırganacak bir durum değil bence.

İkinci filmimiz Once. Müzikal değil de müzikli bir film. Çok sade ve acayip derecede hoş bir film. Dublin'de geçiyor film. Bu ne demek? Kulağa çok değişik gelen bir İngilizce aksanı konuşuluyor demek. Her neyse. Başrollerdeki Glen Hansard ve Marketa Irglova'nın günlük hayatta da çok yakın arkadaşlar oluşu çekimlerin bu kadar güzel olmasını beraberinde getirmiş olsa gerek. Çünkü bu filmi izlerken bir film izlemekte olduğumu düşünmedim ben pek. Hatta şu anda Dublin'de olsam ve malum sokaktan geçsem Glen'i gitarıyla beraber görebilirim. Neden olmasın? Film hakkında daha derli toplu bir yazı için buraya bakabilirsiniz. Bakabilirsiniz dediysem, bakın yani; boşuna vermiyoruz o linkleri. Ayrıca filmi bana öneren Simgecan'a da buradan sevgilerimi sunarım.

Üçüncü filmimiz Searching for Sugar Man. 2012 yılının en iyi belgesel Oscar'ını alan bu buu buuuu çok on numara filmde (aklıma sıfat gelmedi bir an) gerçekten çok enteresan bir hayat hikayesine tanık oluyoruz. Çok enteresan; çünkü olayın kahramanı filmi bitirdiğimiz zamanki haliyle şu anda yaşamaya devam ediyor. Rodriguez! Evet, Rodriguez adındaki bir şarkıcının hayatı. Ama ne hayat! Adeta yalan edilmiş bir hayat. Belki de bilinmemiş ya da sindirilmiş bir hayat.

Amerika'da hiç tanınmayan ama Afrika'da efsane olan birisi Rodriguez ve filmin yapımcıları kendisine gelene kadar kendisinin bile bundan haberi yok. Afrika'da milyonlar satan bu adamınsa eline geçmiş tek kuruş yok! Olaylar olaylar yani anlayacağınız. Arkada artık neler olup bitmiş bilmiyoruz. Ama ölü bilinen Rodriguez'in yaşadığı öğrenilince ve sonrasında Afrika'da konser(ler) vermesi gibi inanılmaz bir olay yaşanınca insan bir tuhaf oluyor. Filmin hakkında yine benden daha güzel yazmış olan meczup'un yazısını okumanızı öneririm. Zaten bu filmi izlememi de o söylemişti. Gene güzel film önermiş. Takdir ettim, etmiştim yani zamanında. :)

Bir anlık sıkıntı ile başladığım bu yazıma Searching for Sugar Man'i izleyenlerin tahmin edebileceği o cümleyle son veriyorum: "Thank you for keeping me alive!".

Esen kalın.

2 Mart 2014 Pazar

Kemal Tahir - Esir Şehir Üçlemesi

Etkinlik kapsamındaki son kategori olan üçleme (ya da bir seriden üç kitap okuma) için Esir Şehir Üçlemesi'ni seçmiştim Kemal Tahir'den. Kemal Tahir de aslında tüm kitaplarını okumak istediğim yazarlardan birisi. Liseye giderken Devlet Ana'sını okumuş ve çok beğenmiştim. Hoş şimdi okusam daha iyi anlarım aslında ama neyse.

Öncelikle, üçleme şu üç kitaptan oluşuyor:
  1. Esir Şehrin İnsanları
  2. Esir Şehrin Mahpusu
  3. Yol Ayrımı
Kitapları alacağım zaman üçüncü kitabın isminden dolayı biraz tereddüt etmedim değil acaba yanlış kitabı mı alıyorum diye. Düz mantık bir insan olduğum için son kitabın adını da Esir Şehrin falanıfilanı şekline hayal etmiştim hep. Gerçi şimdi tüm kitapları okuyunca Yol Ayrımı'nın doğru ve mantıklı bir seçim olduğunu düşünüyorum. Ama yine de ilk iki kitabın ismini okuyup üçüncüye Yol Ayrımı deyince 'tahta mı? tahta tabii, zoruna mı gitti?' diye düşünmeden edemiyorum.

Kemal Tahir, Esir Şehrin İnsanları'nda Kâmil Bey ve ailesini romanın merkezine alıp 1920-21 yıllarını anlatıyor. Zengin ve har vurup harman savurmuş bir noktadan aşağı yukarı yoksulluk sınırına bir anda inen Kâmil Bey'in yanındayız roman boyu ve hem Kâmil Bey'i tanıyoruz hem de dönemin siyasi arkaplanına ve çözümlemelerine tanık oluyoruz. İki bölümden oluşan bu birinci kitapta bölüm sonları çok etkili yazılmış. Hatta kitabı bitirdiğimde duvarlar üstüme üstüme geliyormuş gibi hissetmedim desem yalan olur.


Esir Şehrin Mahpusu da birinci kitabın kaldığı yerden devam ediyor. Bu kez her seferinde Kâmil Bey'in yanından değil de yer yer karşısından da olaylara tanıklık ediyoruz. Kitabın isminden anlaşılabileceği gibi bu kitap tamamen mahpusta geçiyor. Bu ikinci kitap neden bilmiyorum ama üçlemede benim en beğendiğim eser oldu. İlk yüz küsür sayfası, hatta yine ilk bölümü bitene kadar kitabı yarısı geçiyor ve sadece iki üç günlük bir süre anlatılıyor.

Bu ilk bölüm süresince aslında biz dönemin Osmanlı aydını ile halk arasındaki uçuruma şahit oluyoruz. Mahpusta bulunan ve halkın neredeyse her kesimini bize anlatan karakterlerle dolu ortalık. Uzun uzun konuşmalar, abartmalar, yalanlar dolanlar, bugüne kadar hiç duymadığım bir sürü argo kelime ve kavram vs. derken bol diyaloglu geçen bu birinci bölümün finalinde Kâmil Bey'imizin bir anlık patlamasıyla hem şok oluyoruz hem de derin bir nefes alıyoruz. Üçüncü bölüm finali olarak düşünürsek (ilk iki final birinci kitaptan) üçte üç yaparak kalp ritmimi artıran Kemal Tahir'in kalemine bir kez daha şapka çıkarıyorum.

İkinci kitabın ikinci bölümünde bu sefer daha uzunca geçen bir zaman diliminde nispeten daha sakin bir gidişat bizi izliyor. Bu bölümde kitabın arka kapağında da yazdığı gibi Kâmil Bey'in kendi karakterini yeniden işlemesine tanık oluyoruz ve beklenmedik bir finalle (en azından bana göre) kitabı bitiriyoruz.


Yol Ayrımı, yani serinin üçüncü ve son kitabı kaldığımız yerden değil, sekiz dokuz sene sonrasından başlıyor. Bu kitap hem ismi hem de karakterleriyle seriden ayrılmış gibi aslında. Çünkü serinin en uzun kitabı olmasına rağmen Kâmil Bey kitapta yok denecek kadar az yer alıyor. Bu kez Selim Nuri, Kadir, Murat, Ağaoğlu Ahmet Bey, Doktor Münir, Deli Celadettin Bey karakterleriyle yola devam ediyoruz daha çok.

Bu son kitap 1930lu yıllarda geçtiği için siyasi arkaplan çok daha önde aslında. Hatta arkaplan neredeyse karakterler oluyor bu sefer. Mustafa Kemal, Fehmi Bey, Cumhuriyet Halk Fırkası, Serbest Halk Fırkası temelinde geçen ve Atatürk'ün isteğiyle kurulan ilk muhalefet partisinin oluşturduğu etkiyi anlatan Yol Ayrımı'nda Atatürk'e nasıl desem, biraz diktatörlük cephesinden bakılıyor. Yanlış görmediysem bir ara Trt'de bu kitabın dizisi de oynamış ama hiç izlemediğim için orada nasıl işlendi hiç bilmiyorum.

İlk iki kitabın aksine Yol Ayrımı'nda bölüm sonları ve hatta kitabın sonu dahi o kadar çarpıcı gelmedi bana. Öyle sanıyorum ki son zamanlarda bu dönemle ilgili okuduğum kitap sayısının biraz çokça olmasıyla ilgisi var bunun. Tek Adam'ı ve Küçük Ağa'yı bu kadar yakın tarihlerde okumuş olmasam serinin en etkileneceğim kitabı bu olabilirdi. Amma lakin ki olmadı, olamadı.

Böyle böyle üçlemeyi ve etkinliği noktalamış oldum ben de sayın okur. Çok iyi oldu çok da güzel iyi oldu taam mı? Etkinliğin ilk yazısında paylaştığım çizelgemin son halini de paylaşayım da artistlik yapayım biraz. Siz de bu arada çatlay... şey yani, esen kalın diyecektim. Evet, ese kalın. :)