25 Ocak 2014 Cumartesi

Henry James - Bir Kadının Portresi (Kitap + Film)

Vaktin birinde nasıl olmuşsa hiç üşenmemiş, oturmuş Dünya edebiyatından bazı yazarların ve okumam lazım dediğim eserlerinin bir listesini çıkarmıştım. Zaten bu liste çıkarmak işi çok abartılan bir iştir, eminim neredeyse herkes yapıyordur. Sonra da okunmuyor o listedekiler, okunamıyor daha doğrusu. Araya bir sürü şey giriyor.

Ben de bunun bilincinde oluşturmuştum bu listeyi ve Bulantı'dan sonra o listemden okuduğum ikinci kitap Bir Kadının Portresi (The Portrait of a Lady) oldu. İlk defa bir Henry James kitabı okudum, yeni bir yazarla daha tanışmış oldum.

Kitabın ismini parantez içinde verdim; çünkü kadından anlamamız gereken aslında bence daha çok 'hanımefendi', kadın değil. Çünkü İngilizcede woman ile lady farklı iki kelime. Koca Henry James'in de bir bildiği olsa gerek ki Lady demiş, Woman ya da başka bir şey değil. Peki, bunu neden diyorum?

Çünkü lady dediğimiz kişiler, kitabın anlattığı dönem (19. yüzyıl) içerisinde çok güçlü kişiler. Yani hem kültürlü, hem zengin, hem o, hem bu gibi bir sürü özellikleri bünyelerinde barındıran ya da barındırdığı düşünülen kadınlar. Yani benim gibi iki sıfatı bir araya getiremeyen kişiler değil.

Bu kitapta James, aslen Amerikalı olan Isabel Archer'ı baş karakter olarak seçmiş ve onun özgür ruhlu karakterinin üzerinden bir kitap yazmış. Çoğunlukla Amerika ile İngiltere'yi, daha doğrusu İngiliz geleneklerini kıyaslamış. Bu şekilde kültürel bir önemi var kitabın, dönemin yaşayış koşullarına ışık tutuyor ve bize de diyor ki bakın o zamanlar bu işler böyle yürüyordu.

Bakın bu böyleydi derken cidden öyle diyor James, bu anlatım tekniğini çok sevdim. Mesela Isabel'in kafasının içinden geçenleri anlatırken bir cümleyle kitabın dışına çıkıp yazar olarak okuyucuyla konuşabiliyor; örnek vermek gerekirse pat diye 'tabii biz Isabel'in önceki yaşadıklarından dolayı aslında şu anda ne kadar farklı hissettiğini biliyoruz' gibisinden laflar ediyor. Okurken çok hoşuma gitti bu cümleler. Kendimi Henry James kitabı yazarken ben de onun yanındaymışım gibi hissettim. Kanka bu kadar kasmaya ne gerek var, yaz işte şunu dümdüz, ne olacak dedim; la havle çekti, başka da bir şey demedi.

Ama! Ama bence bu kitap bir kadının portresi olmamış pek. Yani o şekilde bir yol izlemiyor gibi geldi bana. Çok daha karman çorman gidiyor bile diyebilirim. Yani tamam, temelde her şey Isabel'in çevresinde olup bitenleri anlatıyor ama 'onu' anlatmıyor. Anlatıyorsa da ben anlamadım. Bilemiyorum. Ayrıca kitabın diyalog barındırmayan sayfaları gerçekten yoruyor insanı. Elimden gelse iki sayfadan uzun tek paragraflara yasak koyardım, biz de insanız, birisi okuyacak yani bunları. Lütfen!

Bu arada, hani ben entelim falan diyorum ya, halt etmişim. 19. yüzyıl İngiltere'sinde ben var ya, çoban köpeği bile olamazmışım (bu da bugüne kadar yaptığım en alakasız benzetme olarak tarihe geçsin). Adamlarda o kadar resmi bir hava var, o kadar resmi bir hava var ki bir ara takım elbise giyip de mi okusam diye düşündüm. Karakterler arasındaki samimiyet ve ilişki arttıkça sanki resmiyet de artıyor. Böyle saçma bir şey olamaz. Az rahat olun ya, biz bizeyiz. Ne bu havalar, ne bu aristokrasi anlamıyorum ki. Mahvettiniz beni. Herhalde o dönemde yaşasam sinirden kendimi yerdim ben.

Çeviriden bahsetmek gerekirse, o kadar resmi bir havanın yansıtıldığı bir eser için daha iyisi yapılabilir miymiş bilmiyorum. Bence çeviri çok iyi, bu yüzden Necla Aytür'e ve Ünal Aytür'e tebriklerimi iletiyorum. Fakat kitapta göze çarpan epey sayıda baskı hatası vardı. Neredeyse on sayfada bir eksik harf ya da bunun gibi ufak tefek hatalar çarptı gözüme. Yapı Kredi daha iyisini yapabilir bence, yapmalı en azından.

Kitabı okumaya başladığımda filminin olduğunu bilmiyordum. Sonradan öğrendim, meğer 1996'da acayip bir kadroyla filmi de çekilmiş. Kadro hakikaten acayip bu arada. Nicole Kidman, John Malkovich, Christian Bale, Viggo Mortensen ve daha niceleri. Bu kadro şu anda bir filmde bir araya gelecek deseler filmi görene kadar inanmazdım herhalde.

Neyse... Filme dair çok hoş iki şey var, müzikler ve John Malkovich. Müzikleri çok beğendim. Malkovich hakkında gerçi çok konuşmaya gerek yok, neredeyse iğrendim adamdan. Başka filmini izlemek istemez raddeye geldim. Kitaptaki karakteri birebir yansıtmış.

Ancak her ne kadar film yaklaşık iki buçuk saat bile olsa karakterler havada kalıyor, kim kimdir net değil; hatta çoğu karakterin üzerinde kitaba oranla o kadar az duruluyor ki bu şimdi kim ve niye burda diye sorar insan kitabı okumamışsa. Ayrıca Caspar Goodwood karakteri o kadar alakasız ki kitaptaki halinden. Sanki keyfi yerinde, güllük gülistanlık bir ruh haline sahipmiş gibi görünüyor kitapta. Halbuki o adamın kafayı yiyor olması lazım. Rosier'i çok güzel betimlemişler ama Goodwood nedense şaka gibi. Hayır yani, insan düşünmüyor da değil Aragorn bu hallere düşecek adam mıydı diye. Hiç!

Filmin açılışındaki sahneler de ilginç. Kitaptan tamamen bağımsız olmasına rağmen çok hoşuma gitti benim, değişik geldi. Ama film genel olarak olmamış yani. Hatta bu filmden sonra bir kez daha anladım ki bir kitabı sinemaya uyarlamak başka, gerçek bir edebi eseri uyarlamak bambaşka. Zor yani, kim ne kadar çekebilir ki bu kitabın filmini? Aklıma birisi de gelmiyor.

Ha, unutmadan, filmi izlerken Ralph Touchett karakterini canlandıran Martin Donovan'ı ara ara acayip derecede İlker Aksum'a benzettim. Gerçi İlker Aksum bence daha güzel oynarmış o rolü ya, neyse.

Sonuç olarak Bir Kadının Portresi'ni ille de okuyun demiyorum, isteyen okusun. Elimden geldiğince düzgün anlatmaya çalıştım. Gerçi bu tip klasik eserlerden herkes farklı bir tat alır; yani ben şu şekil geyinirim, o şu şekil geyinir vs. Yeterince gevezelik ettim yine. Kontes Gemini'den farkım kalmadı resmen. Nice geveze günlere, esen kalın.

Not: Kış Okuma Etkinliği, 600 sayfadan uzun kitap kategorisi, 15 puan
 

22 Ocak 2014 Çarşamba

Glenn Meade - Kar Kurdu

Vay arkadaş, vay arkadaş, vaayy arkadaaşş...

Düzenli kitap okumayı nasıl alışkanlık haline getirdiğimi hatırladım sayın seyirciler! Şimdi ilk okuduğum kitapları falan geçersem (bildiğiniz Cin Ali falan yani, evet, onun için bence de geçelim) kitap sevdamı Peyami Safa'nın Cingöz Recai serisine borçlu olduğumu söyleyebilirim sanırım (yine burada yüksek müsaadenizle Çocuk Kalbi'ni ve Pal Sokağı Çocukları'nı ayrı bir yere koymak isterim). İlköğretim altıncı ya da yedinci sınıf civarı tüm serisini okumuştum. O zamanki beni acayip etkilemişti her biri, gerçi şimdi okusam şimdi de etkiler diye düşünüyorum.

Polisiye! Evet, çoğu insana kitap okumayı sevdirecek tür bence polisiyedir. Kitap okumak istiyorum ama bir türlü içimden gelmiyor, başlayamıyorum diyenlere de hep polisiye kitaplarla başlamalarını söylerim bu yüzden. Gizemli olaylar, ipuçları, takip edilen ve tahmin yürütülen onca şey, karakterler arası ilişkiler ve bu ilişkilerin kitap ilerledikçe insanı nakavt eden detayları, dahiyane kurgular, ters köşeler... Daha sayılabilir tabii ama bela da aramamak lazım. Şimdilik bu kadar yeter.

Neden böyle gaza gelmiş bir giriş yaptım? Çünkü yine aynı duyguları bana yaşatan, çok zekice kurgulanmış, gerçek kişilerle ve olaylarla süslenmiş muhteşem bir kitap okudum: Kar Kurdu. Uzun zaman sonra sayfaları bu kadar merak ederek çevirdim, kitabı gerçek anlamda elimden bırakmak istemedim, merak ettim, şaşırdım, ooohaaaa dedim. Zaten bu 'oooohaaaa'ların benim için kitap okuma - zevk alma denkleminde (böyle bi denklem tabii ki yok, şimdi ben uydurum) üstel değere sahip olduğunu çoğunuz biliyorsunuz. Bu cümleyi okuyunca bilmeyenleriniz de öğrenmiş olacağına göre 100% ile gidiyoruz demektir. Zeka fışkırıyor yine yemin ediyorum. Bari başıma bir iş gelmese.

Stalin'in son dönemlerini içine alacak bir tarih aralığında geçiyor Kar Kurdu. Tabii burdan ne anladık? Rusya ve soğuk! Evet, özellikle soğuk kelimesini okuya okuya üşüdüm epey. Soğuk algınlığını da yeni atlatmışken hoş bir tecrübe olmadı ama değdi. Kesinlikle değdi. Glenn Meade nedense pek tanınmayan ya da hakkı tam verilmeyen bir yazar. En azından şu an itibariyle hakkındaki düşüncelerim bunlar. Yani onca Dan Brown kitabı okuyana kadar (Melekler ve Şeytanlar'ı ayırayım ne olur ne olmaz ki o da onun ilk kitabı, çok ilginç; hep bu şablon halinde yazmak işte...) Glenn Meade okumadığıma pişmanım şu anda, hem de çok pişmanım.

Kitabın kurgusunu özellikle sevdiğimi belirtmem lazım. Bugün - Geçmiş - Bugün şeklinde üç ana bölümden oluşuyor kitap. Aslında olan biten her şey tabii ki Geçmiş'te. Bu bölümde başlarda ileri geri giden tarihler, bir sürü mekan ve karakter ismi derken insan kafasında her şeyi oturtana kadar biraz yoruluyor ama sonrası çorap söküğü gibi geliyor. Bir anda bitiyor resmen kitap. Ondan sonra da insanın hepimiz Lukin'iz, hepimiz Slanski'yiz diye dolaşası geliyor ortalıkta. Nalet olsun Ceyms!

Çeviri, tabii ki çeviriden de bahsetmem lazım. Ali Cevat Akkoyunlu çevirmiş kitabı. Şu kadarını söyleyebilirim ki bir kelime dışında (kitabı okuyanlar anlayacaktır o kelimeyi, çok yerde ve geçince de peş peşe geçtiği için insanın kulağına dublaj Türkçesi gibi gelmesine sebep oluyor. Bu da ne biçim parantezse artık, bitmedi bir türlü.) süper bir iş çıkarmış. Kitap direkt Türkçe yazılmış deseler inanabilir insan. Çok iyi, gerçekten çok iyi.

Unutmadan bu kitabı bana vakt-i zamanında tavsiye eden RGT kankama teşekkürü bir borç bilirim. Dediği kadar varmış. Aslansın kaplansın lan kanka, tebrik ediyorum. :)

Evet pek sevgili gönül dostlarım (Orhan Gencebay mod on), bu gerçekten güzel kitabı hepinize tavsiye ediyorum. Hayır yani, etmeyecek olsam niye o kadar öveyim? Her ne kadar bazen güzel şeyleri sadece ben bileyim, kimseyle paylaşmayayım diye çirkin düşüncelerim olsa da şu anda o ruh halinde değilim. Değilim çünkü bu kitap çok daha fazla kişi tarafından okunmayı ve bilinmeyi hak ediyor. Okumanız ve okutmanız dileğiyle esen kalın.

Not: Kış Okuma Etkinliği, sahaftan alınmış bir kitap okuma kategorisi, 10 puan
 

19 Ocak 2014 Pazar

Ray Bradbury - Fahrenheit 451 (Kitap + Film)

Mükemmel bir distopya ile daha tanışmış oldum nihayet: Fahrenheit 451.

Neredeyse okuduğum her kitaptan sonra dediğim gibi Fahrenheit 451 de uzun zamandır okumak istediğim bir kitaptı. Ama doğru söylüyorum. Her kitabı bir anda okumak isteyince böyle oluyor. İnanmayanları esefle kınıyorum.

Kitapların yakıldığı bir geleceği anlatıyor Fahrenheit 451. Şimdi bunu iyi düşünmek gerekiyor. Kitapların devletçe yasaklanması ve yakılması ne demek? Bu, şu demek: düşünmek yasak! Farklılık yasak! Yenilik de yasak! Herkes devletin istediği tek tipte olacak. Bradbury'yi gerçekten takdir etmek lazım; çünkü çok ince bir yerden vurmuş bence. Tabii ya, sen insanların geçmiş tecrübelerden yararlanmasını ve düşünmesini engellersen her istediğini istediğin şekilde yaptırırsın.

Kitapta bunun savunulma şekillerinden biri, devletin böylece tüm bireyler için gerçek bir 'eşitlik' sağlamış olacağıydı. Evet, gerçekten de öyle oluyor aslında. Herkes istediğinizi yapar ve istemediğinizi yapmazsa size göre herkes aynı ve eşit olur.

Yine bir başka sebepse kitaplarda anlatılanların, yazılanların, karakterlerin, olayların yaşanmamış olması ve insanı üzmesi. Yani diyor ki valla her şey sizi iyiliğiniz için, mutlu olun diye yasakladık. Okuyup okuyup kahroluyorsunuz, kendinizi dağlara vuruyorsunuz. Aranızda yeni yeni icatlar çıkaran bile oluyor. Ne gerek var? Şu eliniz ayağınız bi dursun. Ben de durur muyum? Hadddi lan ordan diyorum. Aslında başka şeyler de derdim de ne gerek var şimdi, biz bize konuşuyoruz.

Filmini de izledim bu arada, 1966'da çekilmiş. Fakat filmin sadece sonunu sevdim. Geri kalanı bana pek gelecekte geçiyormuş hissi vermedi. Değiştirilen bir iki şey vardı, bence onlara da gerek yokmuş. Ama dediğim gibi, sonu çok iyi bağlanmış. Aslında bu da kitabın başarılarından birisi. Devletin koyduğu bu kurallara uymayanların birer kitap birey olarak yaşaması mükemmel bir fikir. Kitaptaki en çok hoşuma giden fikir bu oldu sanırım. Detaylar için tabii ki kitabı okusanız çok daha iyi olur. Şimdi bu haliyle ne diyor lan bu deyip geçme olasılığınız yüksek.

Son olarak, aslında kitaplar arasında kıyas yapmam pek ama Cesur Yeni Dünya aklıma geldi Fahrenheit 451'i okurken. Benim için şöyle bir farkları var (konuları zaten farklı da, ikisi de distopya olduğu için kıyaslıyorum): Fahrenheit 451'in konusu süper ama kitabı o kadar iyi değil; Cesur Yeni Dünya ise eser olarak harika. Bilmem anlatabildim mi? Huxley, daha güzel anlatabilmiş gibi geldi bana. Bana öyle gelmiş de olabilir tabii.

Ha, bu arada, Fahrenheit 451, ateşin tutuşma derecesiymiş. Ray Bradbury de zamanında bunu bir itfaiye şefinden öğrenmiş ve doğruluğunu bile araştırmadan kitabına isim olarak vermiş. Böyle de ilginç bir arkadaşmış kendisi.

Bu bilgiyi de verdiğime göre gidebilirim. Okuyun, okutun ve esen kalın efem.

Not: Kış Okuma Etkinliği, yasaklanmış kitap kategorisi, 25 puan.
 

18 Ocak 2014 Cumartesi

Hotaru no haka (1988)

Herhalde çekilmiş en acıklı animeyi izledim biraz önce. Şu an dağılmış durumdayım, her şey boş gelmeye başladı gözüme. İlk bir saati yine iyiydi de son on beş yirmi dakikası mahvetti beni. Dayak yesem bu kadar yorulmazdım belki de. İnsan insana yapmaz bunu, alacağınız olsun.

İkinci Dünya Savaşı sırasında Japonya'da geçiyor film. Japonya'nın bombalanması süresince ailesini kaybeden iki kardeşi anlatıyor, daha doğrusu abinin kardeşine bakma çabalarını. Gerisini anlatmasam da olur.

1988 yapımı, benim doğduğum sene girmiş vizyona yani. Bir bakıma akranım bu film benim. İnsanın suratına en ağırından tokat atma yeteneğine sahip akranım...

Bu arada Türkçesi Ateşböceklerinin Mezarı. Neredeyse iki senedir öylece bekletiyordum, izlemiyordum. Hep çok fena yapıyor insanı diye okuduğum için izlemek istememiştim. Bu akşam şöyle bir buçuk saati geçmeyecek bir film izlemek istedi canım. Sonuç ortada. Demek ki insan her zaman canının istediğini yapmasa da olur. İnat iyidir yani, insan yeri geldi mi kendine bile rest çekebilmeli.

İzleyin bu filmi ya, şöyle bi şaftınız kaysın. Silkelesin sizi de. Son bir şey söylemek istiyorum gitmeden önce. Altyazıda teyze yazıyordu, onun için teyze diyeceğim. Belki hala da olabilir, emin olamadım ben. Senin var ya, Seita ile Setsuko kadar taş düşsün kafana. Beter olursun inşallah. Sen ve senin gibiler, siz, insanlığın yüz karalarısınız.

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.
 

12 Ocak 2014 Pazar

Stephen King - Yeşil Yol (Kitap + Film)

Yeşil Yol'u tahminen ilköğretim çağlarımda Trt 1'de izlemiştim ilk defa. Hatta ondan sonra yine bir iki kez denk gelip yetiştiğim kadarını izlediğim de olmuştur. O zamanlar bile beni çok etkilemişti. Gerçi kimi görsem etkiliyordu, bana özel bir durum değildi.

Aradan bunca yıl geçti. Günün birinde Yeşil Yol'u tekrar izleyecektim, orası kesindi de ne zaman? Damdan düşer gibi olsun istemiyordum. Kitabı da bir okumak lazım bu sefer diye düşünüyordum. Öyle de yaptım.

Daha önce tarihini hatırlamadığım bir vakitte Sis'i okumuştum Stephen King'den, üniversite birinci sınıfta da Göz'ü. Göz, orijinal ismi Carrie olan roman. Yeşil Yol da üçüncü Stephen King deneyimim oldu haliyle.

Stephen King'in daha fazla eserini okumak istemişimdir hep, özellikle de Kara Kule serisini. Ama arkadaş, adam o kadar yazıyor, o kadar yazıyor ki dedim ben bununla baş edemem. Sıkıntı şu ki bir kitabın baş karakteri diğer kitaplarda yan rollerde görünebiliyormuş. Çok hoşuma gider bu tip ufak detaylar ama işte o diğer kitapları okumamışsam kaçıracağım oraları. O yüzden sırayla mı okusam dedim bir ara, hatta Göz'ü onun için okumuştum, ilk eseri diye. Sonra baktım ki bilmem kaç tane kitabı var, dedim Mustafa sen bi dur, Stephen hevesini bi alsın, başlarsın sen. Hadi canım benim, dedim. İstediğim zaman çok kibar olabiliyorum.

Yeşil Yol'a gelirsek, zaten filmini izlemeyen kalmamıştır diye spoiler mıpoiler ne gelirse aklıma yazacağım. Onun için sonra kalp kırıklığı olmasın. Baştan uyarıyorum yani.

Şimdi efendim, Stephen King'in okuduğum üç kitabında da beni sıkan bir durum var. Peki, nedir o? İşte onu tam düzgün ifade edebileceğimden şüpheliyim. Ama deneyeceğim. Cümleler kısa diyeceğim, o değil. Çiğ? O da ne demekse artık, ben de anlamadım. Bir edebi metin değiller. Belki budur benim demek istediğim. Yani ne bileyim, çeviriden kaynaklanmıyordur bu bence. Öyle olsa diğer yazarlarda da hissederdim bunu. Stephen King kitaplarını okurken çok hızlı gidiyormuşum hissi oluşuyor o yüzden bende. Durup düşünecek bir yeri yok. Her şey sırasıyla çabucak olup bitiyor.

Ha, tabii bu demek değil ki kitapları rezalet. Hayır! O da olsa insanüstü bir şey olurdu zaten adam. Yoksa o karakterleri hayal edip ete kemiğe büründürmek, o lafları söyletmek, o kurguları yapmak, o kadar acayip 'şey'i hayal etmek falan; bunlar yeterince iyi bir yazar yapıyor onu zaten. Bu arada daha geçenlerde de Twitter hesabı açtı. Umarım orda da kitap yazma hızıyla tweet atmaz, yoksa ona özel bir veritabanı tutmaları gerekecek. Adam durmuyor çünkü, kapatma düğmesi yok.

Kitap olarak Yeşil Yol dört yüz küsür sayfa. Kısa kısa bölümlerden oluşuyor. Zaten ilk basımlarında da fasikül fasikül yayınlanmış. O yüzden gerçekten hızlı okutuyor kendisini. Kurgusu da güzel. Yer yer ileri, yer yer geri tarihlere gidiyor. Bunu yaparken de mesela 'ama sakın John Coffey'yi unutmayın, onu siz hep o ranzada oturmuş ağlarken bilin' diyor. Tüm metnin ihtiyar birisinin elinden yazılıyor oluşunu çok mantıklı kılan bir kurgu seçimi bence. Dahice fikrinden ötürü King amcamıza burdan tebriklerimi gönderiyorum.

Kitabı benim gözümde çok ilginç yapan detaylardan birisi de neredeyse en vasıfsız karakterin kitabın baş karakteri, daha doğrusu her şeyi bize anlatan Paul Edgecomb (evet evet Tom Hanks, öyle de düşünebilirsiniz) oluşu. Düşününce John Coffey zaten kitabın yazılma sebebi, Percy Wetmore ve William Wharton gerçekten süper karakterler, Brutal'ın da yeri ayrı tabii; tek başına sağlık sigortası gibi adam.

Bir de Yaşlı Sparky'miz var tabii, istikrarlı celladımız, elektrikli sandalyemiz. Yeşil Yol'u yürüyüp oraya oturmak, tüm vücuda elektrik verilmesi, akabinde ölüm... Ölümün bile hayırlısı valla; sonuçta Delacroix gibi ölmek var, John Coffey gibi ölmek var.

Mr. Jingles'la alakalı sadece şunu demek istiyorum: Sevgili Stephencııım, bir fareye altmış küsür sene ömür biçtin ya kedi canını senin... Evet, bu kadar.

Biraz da filmden konuşalım. Bence kitabı birebir çekmekle deli manyak bir risk almış Frank Darabont. Ama becermiş mi? Evet, becermiş. Zaten onun için de Yeşil Yol böylesine güzel bir film. Çok ufak bir iki detay dışında kitabın tamamen aynısı ama bence film daha güzel. Karakterleri geçtim, mekanlar bile daha güzel yansıtamazmış gibime geliyor kitaptaki anlatımları. Özellikle de cesetlerin götürüldüğü o yeraltı tüneli gibi mekanlar. Çok başarılı.

Frank Darabont demişken, bu abimiz de Stephen King'in kankası zaten. Sinema için çektiği dört filmden ilk ikisi Esaretin Bedeli ve Yeşil Yol! Sonraki iki filmden birisi The Majestic (bunu izlemedim, başrolünde Jim Carrey varmış), diğeri yine Stephen King uyarlaması olan Öldüren Sis (The Mist). Stephen King'in kankası derken inanmayanlar olduysa artık inanabilirler bence. Bu arada Stephen King'in eserlerinden sinemaya otuzun üzerinde uyarlama yapılmış ama King'in açık ara favorisi Yeşil Yol'muş, onu da belirtelim.

Oyunculuklarda sırıtan yok, gelin görün ki görmezden gelinemeyecek iki özel performans var bence. Birisi tabii ki John Coffey rolünde gönüllerimizin patronu Michael Clark Duncan. Mekanı cennet olsun, erken gitti vesselam. Kendisine yine değineceğim. İkinci performans ise William Wharton rolünde Sam Rockwell.

Sam Rockwell'i açıkçası unutmuştum ben, filmi en son ne zaman izlediğimi hatırlamıyordum çünkü. Bana tuhaf gelen kendisini Zaphod Beeblebrox (Otostopçunun Galaksi Rehberi) olarak tanımam. Halbuki tam tersi olmalıydı. Olsun. İki filmin de kitaplarını okuduğum için gönül rahatlığıyla söyleyebilirim ki ikisini de mükemmel derecede doğru ve iyi oynamış. Ama Yeşil Yol'daki performansı hakikaten bambaşka. Sonradan da benim ne yazık ki hala izleyemediğim Moon'da başrol kapmış. Takdire şayan bir aktör yapar bu da kendisini benim gözümde.

Gelgelelim Michael Clark Duncan ve John Coffey (kahve gibi ama yazılışı farklı) ilişkisine. Duncan ilginç bir adam. O cüssesine rağmen adeta Coffey gibi çocuk ruhlu ve sakin tabiatlı birisi. Gerçi bir dönem amerikan futbolu oynamak istemiş ama ondan da annesi yaralanırsın kuzum, dayanamam ben dediği için vazgeçmiş. Böyle birisi yani. Yeşil Yol için kendisini Armageddon'da beraber çalıştığı Bruce Willis önermiş. İşte bu öneri biz seyirciler için dua edilesi bir karar olmuş. Duncan rolü alınca annesine koşup 'anne, Tom Hanks'le aynı filmde oynayacağım anne' diye sarılmış ilerleyen günlerde.

Tabiatı dahi böyle birisi olduğu için midir nedir John Coffey rolüne de başkası zaten kesinlikle olamazmış dercesine oturmuş. Kitapta bahsedilen cüsse, sürekli üzgün, acı çeken ve ağlamaklı yüz, saflık gibi daha bir sürü detayı birebir yansıtmış. Yani Stephen King çıkıp ben zaten o karakteri yazarken Duncan'ı düşünüyordum dese inanırım, o derece. Yoksa nasıl olacak. Bu kadar da olmaz ki.

Şimdi aklıma geldi de, Esaretin Bedeli ile bu film birbirine çok benziyor. İkisinin de aynı yönetmenin elinden çıktığı o kadar belli ki. Sanki 90'lı yıllara ait bir renk tonu varmış da onu kullanıyormuş gibi sürekli. Belki de burda kocaman, yalnız bir ağaç vardır. 90'lı yıllar deyince Bob Ross göndermesi yapmadan duramadım. :)

Uzun oldu yine. Bitireyim artık. Kapanış cümleleri canımız ciğerimiz John Coffey'den gelsin. Huzur içinde yat 'boss'.

Gördüğüm ve hissettiğim acılardan yoruldum artık, patron. Yağmur altında bir ispinoz gibi yalnız, hep yollarda olmaktan yoruldum. Hiçbir zaman bana yardım edecek, bana nereden geldiğimizi, nereye gittiğimizi ve nedenini söyleyecek bir yoldaşım olmadan. İnsanların birbirlerine karşı bu kadar kötü olmalarından yoruldum. Yardım etmeye çalışıp da edemediğim bütün o zamanlardan. Karanlıkta olmaktan yoruldum. Asıl da acıdan. Çok fazla. Eğer sona erdirebilseydim, yapardım. Ama yapamıyorum.

Not: Kış Okuma Etkinliği, Altın Kitaplar Yayınevi'nden bir kitap kategorisi, 1o puan.

10 Ocak 2014 Cuma

Tom Robbins - Dur Bir Mola Ver

Uzun zamandır okumak istediğim bir yazara daha merhaba dedim sonunda, Tom Robbins'e. İsmini ilk Sıska Bacaklar ile duymuştum ben ama sonra gördüm ki Parfümün Dansı daha bir meşhurmuş. Hiç böyle alengirli işlere gelemem, dedim en iyisi ilk kitabıyla başlayayım. Maksat muhalefet...

Bu tip kitaplar hakkında yazmak zor geliyor aslında bana. Çünkü her an elinize alıp okuyabileceğiniz tarzda bir kitap değil. Bence kesinlikle sakin kafayla okunması lazım. Öyle acayip benzetmeler var ki bazı sayfalarda, gülmekten bir hal oldum. Ha, gülmek için anlamam gerekti. Onun için de benzetmeleri tekrar tekrar okuduğum oldu. Öyle acayip bir kitap işte Dur Bir Mola Ver.

Kitabın dilini ayrı beğendim bu arada. Yazar bazen araya girip, bak şimdi güzel okuyucu ben burda bunları bunları da anlatıp şu detayları da verebilirdim ama senle uğraşamam gibisinden laflar ediyor. Çok güzel lan! Kitabı okurken hakikaten bana anlatıyor gibi hissettim. Yani aslında çok riskli bir tarz; çünkü yapmacık olma ya da öyle anlaşılma ihtimali epey yüksek. Amma lakin ki bana hiç öyle gelmedi, gayet de zevk aldım okurken.

Yer yer çok güzel laflar da ediyor kitap. Misal: "Arabayla nehir yolundan yukarı doğru giderken görüp de dokunamadığım altmış bin ağaç var. Tıpkı benim gibi, Amanda da süratle giden cipin içine hapis, ama o, her ağaca dokunuyor." gibi. Ya da çok orijinal bir karakter olan (aslında kitaptaki her karakter hakikaten çok orijinal) Amanda'nın deyimiyle "kelebeklerin ömrü tam da olması gereken uzunlukta". Daha bir sürü güzel ifade var kitapta ama gıcıklık olsun diye yazmıyorum. Okuyun, işiniz ne?

Çevirmenimiz Fatma Taşkent de tabii ki alkışı hak ediyor. Bu tip kitapları çevirmek acayip zor olsa gerek. Bence on numara beş yıldız bir iş çıkarmış. Tebrik ediyorum.

Bu arada, kitapta Vatikan'da kimsenin giremeyeceği, girişin herkese yasak olduğu bir oda muhabbeti ve o odanın içinde olan 'şey' için Tom Robbins'e helal olsun diyorum. Evet, aslında fikir çok basit ama benim hayatta aklıma gelmezdi. Umarım bu satırlar sizi daha da işkillendirmiştir. :)

Konumuzla çok alakası yok ama bence Otostopçunun Galaksi Rehberi'ni seven bu kitabı da sever. Zaten Otostopçunun Galaksi Rehberi'ni sevmeyenden de... Neyse, büyük konuşmayayım. Sonra dönüp dolaşıp bana kapak oluyor gene. Karma mıdır nedir?

Şimdi ben tabii ki Tom Robbins'in diğer kitaplarını da okumayı kafaya koydum. İlk kitabında bunları yazan adam herhalde sonraki kitaplarında da beni oldukça düşündürür, güldürür ve eğlendirir. Belki de ağlatır, bilemiyorum.

Kitap hakkında bu kadar konuştuğum yeter bence. Pek keyfim yok zira, daha uzatamayacağım. Bir salgın mı ne varmış, ona tutuldum. Tüm gün yattım, böyle bir şey olabilemez! Halbuki hiç de bana uğramazdı bu tip soğuk algınlıkları falan. Yaşlanıyor muyum ne?

Hastalık çok ilginç bir durum valla. Yani ne bileyim, beş dakika önceki benle beş dakika sonraki ben aslında aynı benim. Ama bu iki zaman diliminin ilkinde bir şey hissetmezken, ikincisinde başım ağrımaya başlamış olabiliyor. E, daha demin bir şey yoktu. Ne oldu da bozulduk yani? Yemeğini mi vermedik? Çayını mı eksilttik? Nedir yani? Zaten sırf şu iki an arasındaki farkların nedenlerini düşünmekten kendimi daha beter bir hale sokuyorum. Gafa yok ki...

Durup dururken aklıma geldi, onu da yazayım. Bu kürdan harika bir icat dostum! Her eve lazım. Evet. Ve kürdan ne kadar harika bir icatsa greyfurt da bir o kadar nalet bir meyve. Ağzım yüzüm çarpıldı yiyeceğim diye. Zaten öğlen de minik portakal zannedip bir tane limon yemiştim. Hayır yani, bari yarısını yiyince anlar insan. Neyse ki hepsi bitince anladım. Limonlar da çok bozdu zaten, portakal kisvesi altında saklanmalar falan...

Neyse, ben durup bir mola vereyim en iyisi. Siz de kendinize iyi bakın. Yoksa şekil a'da görülebileceği üzere devreleri yakabiliyorsunuz. Sağlık ve sıhhatle kalınız efem.

Not: Kış Okuma Etkinliği, en az beş kitabı yayınlanmış bir yazarın ilk eserini okuma kategorisi, 25 puan.
 

7 Ocak 2014 Salı

Nazan Bekiroğlu - Şâir Nigâr Hanım


Orta Doğu ve Balkanlar'ın güzel insanları, selamlar. Nasılsınız? Bunu okuyorsanız hala yaşıyorsunuz, farkında mısınız?Ölün diye demedim ha, kıymetini bilin diye dedim. Aman diyeyim. :)

Bu kez karşınıza pek sevdiğim memleketlim Nazan Hoca'nın akademik bir (yanlış bilmiyorsam doktora konusu) biyografisi ile geliyorum. Hayatını incelediğimiz kişi ise edebiyatımızın ilk kadın şairi olan (daha doğrusu kendi ismiyle basılmış kitabı olan diyelim) Şâir Nigâr Hanım.

Öncelikle belirtmem lazım ki bu kitabı yakın bir tarihte okumayı düşünmüyordum. Ama etkinlik kapsamında bir biyografi okumamız gerekiyordu ve ben de Nazan Hoca'nın kitaplarının hepsini okumayı kafaya koyduğum için bu kitabı seçtim.

Kitap elimde biraz süründü diyebilirim. Hem akademik derecede detaylı hem de dilinin ağır olması sebebiyle biraz uzun sürdü bitirmem. Dürüst olmak gerekirse Nigâr Hanım'dan alınan şiir örneklerinin yüzde seksenini anlamadım. Çok merak ettiklerimi TDK'den baktım ama ı ıh, o da bir yere kadar yani. Dolayısıyla bu kitabı türün meraklılarına ve edebiyat (kitap demedim bakın) aşıklarına öneriyorum. Ha, derseniz ki genel kültür değil mi? Ben okuyup öğreneceğim, sana ne? Tamam derim, ne kızıyorsunuz? Sanki okumayın dedik. Evet.

Macar asıllı Nigâr Hanım. Babası Macar kökenli bir Osmanlı paşası ama şarklı yaşamını benimsemiş. Ancak biraz paşalığı biraz da garplı kökenleri sayesinde Nigâr Hanım dönemin kadınlarına göre eğitim olanağı vb. konularda sıkıntı yaşamamış. Aldığı piyano dersler olsun, yabancı diller olsun, tam donanımlı bir insan yani. Yabancı dil demişken, sekiz dil konuşabiliyormuş Nigâr Hanım. Özellikle Fransızcası mükemmelmiş. Sekiz dil, sekiz. Ben Türkçeyi hakkını verecek kadar bilmiyorum daha. Sekiz dil! Ne insanlar gelip geçiyor şu Dünya'dan arkadaş...

Kitabın sonunda Nigâr Hanım'a ve ailesine ait fotoğraflar var. En dikkat çekici özelliği hep genç göstermesi sanırım. Ellili yaşlarındaki fotoğrafları için bana sorsanız otuz falan derim, o derece.

Bu arada yine kitabın arkasında Nigâr Hanım'ın eski ve yeni alfabeyle imza örnekleri var. Bunlarda dikkatimi çeken Arap alfabeli olanda Nigâr yazarken 'g' sesinin 'kef' ile verilmesi. Benim bu tip konular çok ilgimi çeker. Mesela Mustafa'da 't' sesi de '' ile veriliyor. Araştırmam lazım. Ayrıca yeni alfabe ile attığı imza (tabii bunu çoğunlukla Fransızca için kullanmış) 'Niguar' şeklinde. Bunlar birtakim ilgimi çeken detaylar oldu, paylaşmak istedim.

Kendimi Nigâr Hanım'ın yerine koyunca (sık sık kendimi kadın yerine koyarım zaten ben) fark ettim ki o dönemde böyle birisi olmak gerçekten zor. Bir yanıyla ara nesil oluyor Nigâr Hanım da ki bu, aslında pek bilinmemesinin en belli başlı sebeplerinden birisi. Döneminde ismi geçen diğer kadınlardan benim kulak aşinalığım olanlar sadece Fatma Aliye ve Halide Edip'ti. Halbuki bir sürüymüşler. Hiçbirisini bilmiyoruz. En azından isimlerini duymuş olmak lazımdı diye düşünüyorum.

Daha uzatmayayım, aç karnına çok geveze olurum. Etrafımdakileri intihara sürüklememek adına gidip bir şeyler yesem iyi olacak. Hoşça kalın, mutlu kalın.

Not: Kış Okuma Etkinliği, biyografi kategorisi, 25 puan.