29 Ağustos 2013 Perşembe

Rollo May - Yaratma Cesareti

Uzun zamandır okumak istediğim ama okusam da ne kadarını anlarım ki acaba diye düşündüğüm için ertelediğim Yaratma Cesareti'ni nihayet okudum. Dediğim gibi, acaba ne kadarını anladım? Bakalım bakalım...

Varoluşçu psikoterapinin önde gelen isimlerinden birisi Rollo May. Varoluşçuluğu da sanırım kısaca bireyin her şeyden önce gelmesi olarak açıklayabiliriz. Yani evrenden tutun da aklınıza gelecek her bir şeyin var olabilmesinin ön koşulu birey. Toparlarsak evren var diye birey de var değil; birey var diye evren de var. Bilmem anlatabildim mi? Bence pek anlatamadım. Sağlık olsun.

Yaratıcılık ve cesaret, kitapta geçen iki temel kavram. Rollo May'in gerçekten uçsuz bucaksız araştırmalarının bir ürünü olduğu belli kitabın. Aforizma kaynıyor içi. Düşünün ki kitap 147 sayfa olduğu halde bitirmem dört günümü aldı. Vay ki vay...

Yaratıcı olmanın ne demek olduğu, sanatçı dediğimiz kişilerin nasıl yaratıcı oldukları, cesaretin tanımı ve çeşitleri derken gerçekten külliyat gibi bir içeriği var kitabın.

Yaratıcı olmayı 'karşılaşma' olarak isimlendirdiği bir şarta bağlıyor Rollo May. Yeni bir ürün, eser, fikir ortaya çıkarabilmek için konsantre bir şekilde bir 'karşılaşma' anının gerçekleşmesi gerekiyor diyor. Bu karşılaşmadan kastının ne olduğunu anlamak için kitabı okumak lazım ama ben çok kabaca bizim 'ilham' dediğimize benzer bir kavram olduğunu söyleyebilirim sanırım.

Tabii kitap yaratıcılığa geçip, onu irdelemeden önce cesareti ele alıyor ve çeşitlendiriyor. Fiziksel, moral, toplumsal ve yaratıcı cesaretten bahsediyor. Cesaretin gözüpeklikle karıştırılmaması gerektiğini söylüyor. Bu ifadeyi okuduğumda zaten evet dedim, çok doğru. Beynimin kullanmadığım kıvrımlarında yeni bir yer açıldı sanki. Kitabın aydınlatıcı bir boyutu olduğunu da söyleyebilirim yani.

Cesaret edip, karşılaşmayı da geçekleştirince yaratıcılık ortaya çıkmış oluyor bir nevi ve bu yaratma hissine de vecd diyor Rollo May. Vecd ile bir tutuyor. Çok iyi gerçekten. Bu kitabı okumak lazım, şimdi düşününce ne kadar sistematik ve düzgün yazmış olduğunu bir kez daha anladım.

Bu arada içerisinde imge, edim gibi terimsel epey kelime geçiyor kitabın. Okuyacak olanların bunu da göz önüne almaları lazım. Benim okumayı erteleme sebebim de buydu. O kadar teknik terimle yazılmış bir kitabı ne kadar anlarım ki diye okumamıştım. Nispeten iyi yapmışım bile diyebilirim. Ama bence yine de herkes okusun. En azından genel şablon rahatça anlaşılır sabredilirse. Aksi takdirde epey zor bir kitap da olabilir Yaratma Cesareti, bilginiz olsun.

Yazımı kitapta geçen ve hayatın acı gerçeklerine atıfta bulunan bir alıntıyla bitireceğim ama öncesinde bu kitabı da Yaz Okuma Etkinliği çerçevesinde 150 sayfadan az bir kitap okuma kategorisinde okuduğumu belirtmem lazım. Şimdi o alıntıyla yazımı bitirebilirim. Hoşça kalın.

Birbirimizi nasıl anlayacağımızı yaşlandıkça daha iyi öğreniyoruz. İnşallah daha gerçek ve içten sevmeyi de öğreniyoruzdur. Anlayış ve sevgi, sadece yaşla gelen bir bilgeliği gerektirir. Ama bilgeliğin gelişiminin en yüksek noktasında ortadan silineceğiz. Güzde sararan ağaçları göremeyeceğiz artık. Baharda zarafetle fışkıran kırları göremeyeceğiz. Her birimiz sadece yıldan yıla sararan bir anı oluşturacağız.


23 Ağustos 2013 Cuma

Gündüz Vassaf - Cehenneme Övgü

Değişik bir kitabın daha ardından, içimde her kitap bittiğinde oluşan o tuhaf boşlukla yine ben geldim sayın seyirciler.

Öncelikle ilk kez bir Gündüz Vassaf kitabı okuduğumu belirteyim. Kitabı okurken işin ehli birinin düşüncelerini takip ettiğinizi anlıyorsunuz. Güzel bir his bu, boş konuşmayan ve bunu söyleme gereği duymadan başarabilen insanlara hep saygı duymuşumdur. Mesela ben herhalde hiç öyle birisi olamayacağım. Çünkü neden? Çünkü ben boş konuşmayı da çok seviyorum, evet.

İlk baskısı 1992 yılında, ben daha kelime hazinesi ingaa, ingaaaa ve ingadan oluşan bir veletken yapılan Cehenneme Övgü'yü Gündüz Vassaf İngilizce yazmış. Daha sonra Zehra Gencosman ve Ömer Madra tarafından çevrilmiş, Gündüz Vassaf tarafından da bu çeviri onaylanmış. Bu bilgi bana tuhaf gelmişti açıkçası. Neden İngilizce? Fakat şu da var ki kitabın orijinal ismi olan Prisoners of Ourselves bence çok daha güzel bir isimmiş. Ama şimdi onu da Türkçe yapmaya çalışınca kulağa biraz tuhaf gelirmiş gerçekten. Lakin bence yine de Cehenneme Övgü'den daha güzel bir kitap ismi. Uzattım bu kısmı, farkındayım.

Kitabın konusuna geçmeden önce bir iki şeyden daha bahsetmek istiyorum. Öncelikle kitabı açınca hemen karşımıza çıkan ve bizi selamlayan, aynı şekilde de son sayfada da arkasından gördüğümüz iskelet kardeşimize ben de burdan selam ederim. Sonracığıma, Gündüz Vassaf'ın kendi hayatını anlattığı 'Ben' kısmı... Mükemmel, tek kelimeyle mükemmel. Hatta bence bu kısım kitaptan daha güzel. Abartmıyorum, samimi düşüncem bu.

Kitabın ilk bölümüne (Geceye Övgü) başlamadan önce alıntı yapılan kişilerden birisi Wilhelm Reich. Zaten ben onun ismini görünce aha dedim, on numara bir kitap okuyacağım kesin. Nispeten öyle de oldu. Bu nispetenin sebeplerini aşağılarda bir yerlerde açıklarım diye düşünüyorum.

Bu arada sanırım totalitarizmin ne olduğunu da belirtmek lazım. Çünkü kitabın tam ismi Cehenneme Övgü: Gündelik Hayatta Totalitarizm. Kitabın içerisinde de hep bu kavram üzerinden işleniyor konular. Ben tanım olarak bilmiyordum mesela kitabı okumadan önce, o yüzden anlatmam uzun sürer şimdi. Ama bunu okursanız kafanızda netleşir ne demek olduğu.

Bence bu kitabın bize kısaca anlatmaya çalıştığı şu: sen aslında hiç de sen değilsin. Evet, ne güzel anlattım değil mi? Hepiniz anladınız hemencek, tebrikler.

Gündüz Vassaf (bu arada iğrencim biliyorum ama soyadını her okuduğumda Gündüz what's up diye düşünmeden de edemiyorum) bu kitapta kısaca totalitarizm üzerinden insanlara, sistemlere, devletlere, hemen hemen her şeye süper dokundurmalarda bulunuyor ve aslında ne olması gerektiğine dair de fikirler veriyor. Özellikle özgürlük üzerine söyledikleri çok, epey çok.

Yalnız fikirler her ne kadar süper olsa da bana biraz ütopik gelmedi değil. Yani mükemmeli anlatmış Vassaf, hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini düşündüğüm mükemmeli. Çünkü bence kusur ve yanlışlar, kötülükler de hayatın denkleminde her daim söz sahibi olacak değişkenler. Onlar olmayınca hayat da olmaz gibi geliyor bana. Bir de sayfalar ilerledikçe ister istemez kendini tekrar ediyormuş gibi bir his edindim. Konular değişse de ifadeler hiç değişmiyormuş gibi, ne bileyim, öyle işte.

İlk birkaç bölümden çok etkilendim açıkçası okurken ama sayfalar ilerledikçe onlara alıştığımdan mıdır nedir, o kadar sarmamaya başladı. İnsanoğlu nankör işte, ne yapacaksın?

Söylemek istediğim bir şey de şu: eğer ben bu kitabı yanlış anlamadıysam her şeyin kişinin kendisinde, bireyde başladığını söylüyor. Ben de bu düşüncede olmuşumdur hep. Millete laflar yetiştireceğine kendine çekidüzen veren pek insan tanıyamadım ne yazık ki. Klasik bir 'dediğimi yap, yaptığımı yapma' zihniyeti var bizlerde. Deli olurum ben de böyle şeylere. Lan bi kere senin bana bunu söyleyebilmen için önce hal ve hareketlerinle bana örnek olman lazım. Çk çk çk, sinirlendim yine durduk yere. Böyle insanlardan pek hazzetmiyorum. Bu da aşağı yukarı insanlardan pek hazzetmiyorum demek oldu ama durum bu. Halbuki penguenler ne kadar sempatik, değil mi? Kutuplara mı gitsem, ne yapsam? :)

Son olarak, kitabın sonuna Charles Baudelaire'in Sarhoş Olun şiirini (düzyazısını?) koymuş Gündüz Vassaf ki böyle yazılmış bir kitabı bundan daha iyi sonlandırmak bana pek olası gözükmüyor. Öyle böyle beğenmedim bu hareketini. Zaten yukarda dediğim gibi ilk bölümün önünde Reich alıntısını görünce ısınmıştım kitaba. Kapanış da böyle olunca tadından yenmez olmuş.

Sanırım söylemek istediklerim bu kadar, aklıma şu an bir şey gelmiyor. Bu da demektir ki yazıyı yayınladıktan sonra 'oha ya, şundan bahsetmeyi unuttum' diyeceğim bir iki konu daha kalmış. Hayatın cilveleri işte... What can I do sometimes?

Yeter! Çok konuştum yine. Şimdi reklamlar...

Ehem, bu güzide kitabı Yaz Okuma Etkinliği'mizin 'türü kurgu olmayan bir kitap' kategorisinde okudum veee 20 puan daha kazandım. Google Drive'da kendime bir çizelge hazırlamıştım okuduğum kitapları takip etmeyi kolaylaştırmak için. Onun da bir ekran görüntüsünü paylaşayım aşağıda, havam olsun. :)

Herkese düşünceli ve güzel günler diliyorum, hoşça kalın.

18 Ağustos 2013 Pazar

Dan Brown - Cehennem

Cehennem (Inferno), Dante'nin İlahi Komedyası'nın ilk bölümü. Dan Brown'un Cehennem'i de sırtını Dante'ye ve eserine dayayarak alıp başını giden son kitabı; lakin benim beğenmediğim kitabı. Söyleyeceklerim var.

Dan Brown kitapları da artık sıkmaya başladı sanırım. Kurgusu falan, her şeyi aynı artık kitaplarının. Halbuki Melekler ve Şeytanlar ne güzeldi, hem ilk kitabıydı hem de o kadar bilgi, kurgu derken insan mest oluyordu. Peki, ben Cehennem'i neden beğenmedim?

En temel sebebi yukarıda demeye çalıştığım gibi yeni bir şey getirmemiş olması. Okudum ama okumasaydım da olurmuş. Zilyon tane tarihi ve bilimsel gerçek Dan Brown'un tüm kitaplarında var. Kitaplarının en güzel tarafı bu zaten, merak uyandırıyor insanda haliyle. Ama artık bir yere kadar be Danciiiim. Gına geldi yani.

Evet, Dan Brown'un kitaplarından edebi bir beklentim yok ama bari kurguda bir iki değişiklik yapsa. Gene zavallı Robert Langdon'ın çekmediği kalmıyor, entrikalar dönüyor, o öyle  oluyor, bu böyle oluyor derkeeeeen kitap bitiyor. Kitabın en güzel anlarından birisi de bu bitme anı bence, oh be dedirtiyor.

Biraz abarttım mı acaba? I ıh, fazlasını bile hak ediyor bence.

Sen git koooooca Robert Langdon'a 'artık e-kitapların zamanı geldi' dedirt. Olacak iş mi hiç, olacak iş mi yani? Langdon ki ciltli eser manyağı bir arkadaştır, eskiyi sever. İşi bu zaten adamın. Sanat tarihi profesorü lan, hani tarih var içinde! Bu adam gidip e-kitabı ciltli kitaba tercih edecekse ben daha bir şey demiyorum!

Yalnız kitapta bir yere çok güldüm. Gecenin bir yarısı yayıncısını arıyor Langdon, bir iyilik istemek için. Biraz mırın kırın ediyor eleman. Neyse, detayları geçiyorum. Bir yerde Langdon'a 'tabii' diyor, 'İkonografinin Elli Tonu'nu yazarsan neden olmasın?'. Burada çok güldüğümü itiraf etmeliyim. Gönderme müthiş.

Bu arada Robert Langdon'a her bölümde hasta olan ama bir türlü de kavuşamayan baş karakter gibi ama aslında yan karakter olan hatun kişi (of, anlatana kadar canım çıktı) kadromuza bu kitapta da Sienna Brooks eklendi. Kendisine zekası ile mutualist bir yaşam diliyorum. Her şeyin fazlası zarar arkadaş, zeka bile olsa. Yalnızlık da zor zanaat...

Sana dönecek olursam sevgili Dan, gitmiş Türkiye'deki karakterine Mirsat ismi vermişsin. Hiç oldu mu burda Mustafa varken? Lütfen bir daha olmasın. Dikkat edelim bunlara. Ayırca Dan, yeter artık Langdon'ın çektikleri. Sen kitap yazacaksın diye adam uyku uyuyamıyor. Dört kitap oldu bak, derdi bizi geriyor burda.

Kitapla ilgili son olarak söylemek istediğim güzel bir ifade var. O kadar yerin dibine soktum ki biraz moral vermek ister gibiyim sanırım. Kitapta her yeni teknolojinin devlet elinde (ya da yetkin kişilerin elinde diyelim) nasıl da hemen silahlaştırıldığına dair güzel bir pasaj var. Brown'ı bu ifadeleri için takdir ettim. Aile babası adamın hali bir başka oluyor tabii.

Kitabı yerin dibine sokmaktan bir noktayı daha gözden kaçırıyordum az kalsın. Zobrist'in nüfus ile ilgili söylemleri ve fikirleri bana da çok mantıklı geldi. Ama şimdi bunun için çıkıp da şey yapmam yani, şey işte, kitapta olan şey yani. Fakat dediğim gibi, adam haklı aslında. Burada söylemek istediğimi kitabı okumayanlar anlamayacaktır büyük ihtimalle, canım sağ olsun. O kadar olur artık. :)

Efendim, toparlarsak ve araya reklamımızı da girersek, Yaz Okuma Etkinliği'nin 'bir serinin ilk kitabı dışındaki bir kitabını okuma' kategorisinde okuduğum (Robert Langdon, #4) Cehennem'i de geride bıraktım. Benim bu kadar eleştirmemin sebebi Dan Brown'un diğer kitaplarında olmayan bir şeyi sunmuyor oluşuydu. Anlayışla karşılayacağınızı umut eder, huzurlarınızdan ayrılırım. Siz de okuyun bakalım bana hak verecek misiniz. Hoşça kalın.

16 Ağustos 2013 Cuma

Nazan Bekiroğlu - Mavi Lâle

Sakin sakin okuduğum, bilgisine, kültürüne ve samimiyetine; tekniğine bir kez daha hayran olduğum bir Nazan Bekiroğlu kitabının daha sonuna geldim. Kısaca Dipteyim, Sondayım, Depresyondayım.

İçinde bazı edebi ve sinema eserleri üzerine de yazıların olduğu Mavi Lâle'nin ardından öyle sanıyorum ki Nazan hocanın kitaplarının yarısına yakınını okumuş oluyorum. Bitince ne yapacağım acaba? Kronolojik sırada köşe yazılarını okumaya başlarım herhalde. Evet, güzel fikir. Kendimi takdir ettim şu an.

Bu kitabı okurken bir kez daha merak etmedim değil bu kadar bilgiyi nasıl edinir insan diye. Ya Basılmamış Olsaydı isimli bir deneme var mesela. Dünya edebiyatı tarihine damga vurmuş bazı kitapların basılmamanın kıyısından dönme hikayeleri... Çok meraklıyımdır böyle şeylere, o zamanlar nelerin olup bittiğine. Zaman makinesi olsa da o zamanları bir görüp gelsem demeyeceğim, gitsem de orda kalsam. En azından muhabbet olurdu. Şimdi bir yere yemeğe bile gitsen millet telefonu elinde bir 'çek-in' telaşıdır gidiyor. Ben de bu gidişle öyle olacağım korkarım. Halbuki...

Okuduğum birkaç Nazan Bekiroğlu kitabının ardından şöyle bir düşünce geliştirdim. Nazan hocanın kitaplarını ya yoldayken okumak lazım ya da çay içilebilecek bir durumda, yavaş yavaş. Hızlı okumaya çalışmak hakaret gibi bir şey, her cümleyi kaçırıyorsunuz resmen. Anlamak için biraz sakin olmak ve sanki bir dostunuzun derdine ortak olurmuşçasına yaklaşmak lazım.

Bu son söylediğimle ilgili (ya da biraz ilgisiz, evet) söylemek istediğim bir şey daha var. Mavi Lâle'yi okurken bir yandan Cesur Yeni Dünya'yı da okuyordum. Edebiyat nasıl bir şey, gerçekten? Birisinin ifadeleri ve düşünceleri ile diğerininkinin arasında müthiş farklar var. Bence bu tip iki kitabı aynı anda okuyabilmek, daha doğrusu bu tip iki kitaba (ya da yazara mı demeliyim) aynı anda yaklaşmak çok ilginç bir deneyim. Sanırım yine anlatamadım. Mukadderat...

Bir alıntıyla bitireyim o zaman. Tabii bu kitabı Yaz Okuma Etkinliği'nde 'adında renk olan bir kitap' kategorisinde okuduğumu da belirtmek isterim. Aşırının aşırısı güzel günler diliyorum hepiniz için.

Her şeyin akılla halledilemeyeceğini ona söyleyenin yine akıl olması, acı. Kalbi? Onu yarı yollarda bıraktı.

NOT: Ekşisözlük'te birisi Nazan Bekiroğlu için Türk Edebiyatı'nın Türkan Şoray'ıdır demiş. Bu kadar olur! Müthiş demiş. Saygı duydum.

15 Ağustos 2013 Perşembe

Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya

Selamun aleyküm gençler! Geçmiş bayramınız mübarek olsun diyerek Cesur Yeni Dünya'ya yapabileceğim en alakasız girişle yeniden sizlerleyim. Nasılsınız?

Cesur Yeni Dünya, hımmmm... Aslında içeriği beni bu kadar düşündüren kitaplar hakkında pek yazamıyorum. Kafam karışıyor, her şey birbirine giriyor. Söylemek istediğim birkaç şey var, bari onları unutmasam. Başlayalım bakalım.

Efendim, bu kitaba bilim kurgu diyeceğiz, orası Allah'ın emri. Ama bana sorsalar daha çok bir çeşit kehanet derim bu kitaba. Evet evet, kehanet bu kitap, çok destekli bir kehanet hem de, belki de, sanki, bilemedim.

Huxley'nin Ses Sese Karşı'sını okumuştum daha önce ve bu adamın diğer kitaplarını da okumam lazım demiştim ama böyle bir şeyle karşılaşacağımı beklemiyordum açıkçası. Amcamız çıkmış, o zamandan (1932'de basılmış kitap) birkaç yüzyıl sonrasına dair distopya mı desem, evrenin ve insanların geleceğine dair yeni şartları mı desem, onları kurmuş ve anlatmış işte. Peki, ne diyor?

Diyor ki: Cemaat, Özdeşlik, İstikrar. Nedir bunlar? İçinde insan üretilen Londra Kuluçka ve Şartlandırma Merkezi'nin temel ilkeleri. Evet, Ford'dan sonra (İngilizcedeki Lord kelimesine binaen, anlatması uzun şimdi, siz anladınız) bilmem kaç yüzyıl sonrasında insan üretir hale gelinecek ve doğummuş, ebeveynlikmiş bunlar müstehcen ve ayıp şeyler olacak demiş. Yalnız, ilginçtir ki evrenin o halinde bile Vahşi bir Ayrıbölge denen ve bizim gibi, yani bildiğimi normal insanların doğarak çoğaldığı bir kısım yine var.

Kitap süresince tek düzen anlatılıyor. Alfa Artı'dan Epsilon Eksi'ye kadar (yanlış hatırlamıyorsam) insanlar üretiliyor. Bunlar sınıflar ve tahmin edebileceğiniz üzere Alfa'dan Epsilon'a zeka ve düşünce azalıyor. Ama herkes halinden mutlu; çünkü öyle şartlandırılıyorlar üretimlerinin ardından yıllar süren programlarla. Hastalık, pis canlılar vs. her şey izole; daha doğrusu yok edilmiş durumda. Herkes mutlu! Evet, mesele de bu. Herkes mutlu (mu)?!

Soma denen bir icat var. O da çalışan insanlara para yerine verilen ve insanda ne gam ne de keder bırakan, kafada güllük gülistanlık bir hava estiren bir çeşit ilaç. Toplumun o halinde bile buna ihtiyaç duyulması çok ironik aslında.

Toplumun şartlandırılmasındaki en temel prensiplerden birisi bireyin sürekli tüketici olması ve böylece sistemin kendini ve ekonomisini ayakta tutması. Yani diyor ki, elbisen mi söküldü? At, yenisini al. Gezmeye mi gideceksin? Ücretli bir araçla git. Spor mu yapacaksın? İşte ne bileyim, git golf sahası kirala ve oyna. Yani sürekli bir sirkülasyon (bu kelimenin burda kullanılması doğru mu bilmiyorum açıkçası) ve devr-i daim var. Şimdi ben anlatınca olmadı, biliyorum. Merak edin de kitabı okuyun diye yapıyorum zaten. Yoksa anlatamadığımdan değil yani. :)

O kadar yazdım, ne Vahşi'den ne Mustafa Mond'dan (bildiğin ben (:), ne Lenina'dan, ne bilmem kimden bahsetmedim. Gerçi okuduğum kitapları öyle anlatmayı sevmiyorum. Bende ne bıraktığını anlatmayı seviyorum. O zaman az daha konuşup gideyim.

Kitapta çok ilgimi çeken bir kısım oldu. Anlatayım. On bin kadar Alfa Artı'yı Kıbrıs adasına koyuyorlar ve diyorlar ki hadi şimdi burası sizin. İstediğiniz gibi yaşayın, görev dağılımı falan yapın. Tamam diyorlar. Bir müddet sonra nispeten aşağı derecede çalışanlar isyan çıkarıyor 'lan benim senden neyim eskik? Ben de Harranlıyam.' diye. E, adamların hepsi zeka olarak en üst seviyedeki Alfa'lar olunca iç savaş çıkıyor tabii burda. En son iki-üç bin kişiye kadar inince bunlar kendilerini adaya bırakanlara haber verip bizi siz yönetin yine demeye getiriyorlar.

Bunu niye anlattım? Bu, sınıf ayrımının bana mükemmel bir örneği gibi geldi de ondan. Toplumda her kesimden insana ihtiyacın neden olduğunu, aslında mükemmelliği hiçbir şekilde yakalayamayacağımızı anlattı bana bu durum. Alfa'sından Epsilon'una kadar birlikte mutlu olabilmek mesele. Herkes aynı olunca herkes aynı işi yapabiliyor çünkü. Farklılıklarımız zenginliklerimizdir gençler, ona göre.

Ben bu kitabı Yaz Okuma Etkinliği'nin yasaklanmış kitap kategorisi için okudum ve yasaklandığı devir için 'neden yasaklanmış ki bu' demedim. Adamlar haklı, bir anda böyle bir şey okuyunca çarpılır tabii insan.

Bu arada kitabın ismindeki Cesur kelimesi yerine aslında ne yazılması gerektiğine dair şurayı okumanız yararınıza olabilir.

Bu kitap üzerine ben ne kadar uzatırsam uzatayım kafamdakilerin yarısını ifade etmiş olmayacağım için burada bitiriyorum. Ayrıca bu kitabı da herkese tavsiye etmiyorum. Herkesin görüşüne saygım sonsuz tabii ama ben yine de gönül rahatlığıyla herkese tavsiye edemiyorum işte. Nasıl desem? Bu kitabı sevecek adam zaten bir şekilde bundan haberdar olur. Evet, aynen böyle olur.

Şimdi gidiyorum, yakında yine döneceğim. Düşünün. Olabildiğince düşünün, yoksa sonunda tek tip insanlar olarak kalacağız. Hadi bana eyvallah.

12 Ağustos 2013 Pazartesi

Ama Ben Çok...

çoooooook, çooooooook aşığıımmmm nırınım nırınımm diye bir başlangıç yapacaktım ama yanlış anlarsınız diye yapmıyorum. Nalet olsun, halbuki milletin ne düşündüğünü de kaale almam diye geçinirim. Peh...

On bir günlük teknoloji orucumun ardından yine ben ve yine buralar... Bayramlar gerçekten çok mübarek zaman aralıklarıymış, bir kez daha anladım. Tek ihtiyacınız olan internete giremeyen bir telefon, o da acil durumlarda hepten çaresiz kalmayın diye. Yoksaaa...

Neyse efem, Ağustos'un göbeğinde soba yaktığımız bir tatilin daha sonunda efkarlı, dingin, her şeye rağmen güzel bir yolculukla kimselerin gidemediği, gidip de göremediği kürkçü dükkanındayım tekrar. Hehee, bu arada benim lakabımdı lan tilki. Ey gidi zamanlar...

Yeşilin bini bir para olan memleketimde ve ailemle geçirdiğim bir bayram... Benim istediğim de tam olarak buydu. Çok iyi oldu çok da güzel iyi oldu. Lan oğlum, insanın ailesi gibisi var mı lan? Yok! Var diyen poşettir, laaaps!

Bu arada çok tuhafıma giden bir anekdot paylaşmak istiyorum (kendimi biraz Bülent Binbaş gibi hissetmedim değil şu anda, veeer müziği!). Dönüş yolculuğum için uçağa bindiğimde entel olduğum için hemen kitabımı çıkardım ve okumaya başladım. Kitap da Nazan Bekiroğlu'nun yine birbirinden güzel yazılarından oluşan Mavi Lâle.

Neyse efendim, bir iki parça okudum. Sonra uçak tam kalkacakken şöyle bir dışarıya baktım. Vay arkadaş dedim. Ama bu 'vay arkadaş'ta çok anlamlar gizliydi, gerçekten. Memleketten ayrılmaya hiç alışamadım sanırım. Eskisi gibi kötü olmuyorum aslında ama ne bileyim işte, bir tuhaflık var yani.

Uzatıyorum değil mi yine? Evet. Ehem, bu derin düşüncelerin ardından sayfayı çevirdim okumaya devam etmek için ve yeni yazının başlığı: Üsküdar Randevusu. Her ne kadar Üsküdar'a değil, Yeniköy'e gelmek için yola çıkmış olsam da işin içinde İstanbul olduğu için beni bir gülümsetti. Yazıyı o hislerle okuyabilirseniz sizi de beni etkilediği kadar etkileyebilir belki, bilmiyorum.

Evet, böyle işte. Yine o söylemek istediğim ama yazıya dökemediğim Avogadro Sayısı kadar hissin içinde sıkışıp kaldığım anların birisindeyim. O zaman ne yapıyoruz? Susuyoruz. Tıp!

Not: Bu şarkıyı biricik aileme armağan ediyorum:

 

1 Ağustos 2013 Perşembe

J.D. Salinger - Çavdar Tarlasında Çocuklar

Size bu lanet kitaptan bahsedeceğim. Dün gece okudum ve harikaydı. Harika! Bu laftan nefret ederim. Aslında sizi tınlamayan ama bir an önce de toz olmanızı isteyen insan lafı gibi... Harika! Bitiyorum buna.

Biliyorsunuz bizim Pinuccia bir etkinlik başlattı. Bu kitabı da onun için okudum. Bay Salinger, Holden Claufield'ın kafasına sokuyor bizi. Yani, sokuyor işte. Holden oluyorsunuz. Bir süre sonra onun gibi düşünmeye başladığınızı fark ediyorsunuz. Bazı insanlar böyledir, az biraz konuştuğunuzda etkisi altına alırlar sizi. Holden sizsinizdir artık. O lanet kafanızın içinde ondan başkası yoktur.

Bizim Holden da on yedisinde ergenin teki. Kovulduğu okullar, insanlar hakkındaki fikirleri bitmek bilmez. Sürekli düşünür de düşünür. Yani, demek istediğim, farkındadır. Anlarsınız ya, boyu gibi aklı da uzundur aslında. Gerçi bunu lanet kitabı okuyup sizin yorumlamanız gerekir. Böyle insanlara acıyorum. Acıyorum, yani bilirsiniz, her şeyi diğer insanlardan beklerler falan. Rezalet bir durum, gerçekten rezalet bir durum...

Kitabı bugüne kadar okumamamın sebebi isminden kaynaklanıyor. Şaka yapmıyorum. Yani, Bay Steinbeck'in Gazap Üzümleri gibi bir şey bekliyordum. Ön yargılı herifin tekiyim işte. Şimdi kendimi pencereden dışarı atmak istiyorum. En azından zemin kattayız ve kendimi atsam da bir halt olacağı yok. Böyle sahtekarlardan da nefret ediyorum.

Hakkını vermeliyim, çünkü eğlenceli bir kitap Çavdar Tarlasında Çocuklar. Holden gibi bir arkadaşınız olmasını istersiniz. Gerçekten istersiniz. O lanet kafasının içinde neler dönüyor bilmek istersiniz. Her şey hakkındaki kesin görüşlerini duymak istersiniz. Zaten geri zekalı herif hep kesin konuşur. Neyse... Keşke şimdi burada olsaydı ya da telefon açabileceğim bir mesafede. O fiyakalı lafları kendi sesinden duymak isterdim.

Coşkun Yerli de kıyak adam, bilirsiniz. Bay Salinger konuştuğu gibi yazmış. Yani, bunu çevirmek kolay değildir. O lanet olasıca yerel ifadeler, adı üstünde işte, yereldir. Anlarsınız ya. Başka dilde aynı duyguyu vermek zor iş, Bay Yerli bunu becermiş. Çok iyisin ahbap.

Neyse, çok konuştum. Bazı insanlar böyledir. Bizim ...... abi gibi, bilirsiniz, sürekli konuşur. Araya bir laf sokmanız mümkün değildir. Kendi şikayetlerinden bahseder durur. Neyse ki Ramazan'dayız ve bir aydır yemek için bir yere gitmeme gerek kalmadı. Yoksa bu Allah'ın belası sıcakta bir de o lafları dinlemek çok sıkıcı olurdu. Ben de biraz onun gibiyim sanırım. Sıradan bir konusu olan bu lanet hakkında bile bu kadar konuşabiliyorum. Aslında bu Bay Salinger için harika bir şey, benim için kötü. Harika! Bu laftan gerçekten nefret ediyorum.

Aşağıya bir iki alıntı koyacağım. Onları okuyun. Sonra insanları sevin, tıpkı Holden'ın kardeşlerini sevdiği gibi. Holden'ı da sevin. O lanet kafasının içindekileri anlamak için bu kitabı okuyun. Ona hak verin, gülün, eğlenin. Vay canına, amma da konuştum. Bana sorarsanız, kimsenin bu kadar konuşmasına izin vermeyin. Hadi şimdi dağılın.
  • Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseydim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.
  • Bu entelektüel dedikleri herifler, her şey denetimleri altında değilse, entelektüel bir konuşmadan hiç hoşlanmıyorlar.
  • Öldü, biliyorum! Bilmediğimi mi sanıyorsun? Ama, onu yine de sevebilirim, değil mi? Bir insan öldü diye onu sevmekten vazgeçmek zorunda mısın, Tanrı aşkına; özellikle de, hayatta olanlardan bin kez daha iyi kalpli bir insansa?
  • Olgunlaşmamış insanın özelliği, bir dava uğruna soylu bir biçimde ölmek istemesidir, olgun insanın özelliği ise bir dava uğruna gösterişsiz bir biçimde yaşamak istemesidir.
  • Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra.