30 Haziran 2013 Pazar

Douglas Adams - Otostopçunun Galaksi Rehberi

Hayat! Sakın bana hayattan bahsetmeyin! (Paranoyak Android Marvin)

Ne desem, nasıl başlasam diye kara kara düşünürken zilyon tane alemin en kral paranoyağı Marvin imdadıma yetişti. Hah, hayatmış!

Sıraya bir koyabilsem aslında söylemek istediğim çok şey var. İsmini yıllardır duyduğum ama hiç okumayı ciddi ciddi düşünmediğim bir kitaptı Otostopçunun Galaksi Rehberi. Gerçi ismi değişik geliyordu ne yalan söyleyeyim. AMA! Ama ben nerden bilebilirdim ki bu kadar muhteşem bir şeyle karşılaşacağımı?!

Meczup'un bu yazısının ardından dedim artık okumak lazım demek ki bu kitabı ve geçen pazarı pazartesiye bağlayan gece başladım. Bu arada bilginiz olsun, sakın siz zamanlama olarak o anı seçmeyin. Sonra mükemmel bir pazartesi sendromu yaşıyorsunuz.

Seri beş kitaptan oluşuyor: Otostopçunun Galaksi Rehberi, Evrenin Sonundaki Restoran, Hayat, Evren ve Her Şey, Elvede ve Bütün O Balıklar İçin Teşekkürler, Çoğunlukla Zararsız.

Tek tek hepsinden ayrıntılı bahsedip yazıyı destana çevirmek istemiyorum. Onun için elimden geldiğince kısaca bende bıraktıları etkiden bahsetmek istiyorum. Evrenin Sonundaki Restoran en sevdiğim kitap, Evren, Hayat ve Her Şey'in başlangıcı ve bitişi; yani Ebedi Dumura-uğratıcı karakteri efsane oldu gözümde. Az gülmedim yani, gerçekten. Nasıl bir hayal dünyasıdır aklım almıyor. Hangi kitaptaydı aklıma gelmiyor şimdi ama uzay gemisinin birinde hava boşluğuna atma ünitesinde kocaman bir düğme var ve tek fonksiyonu basıldığında 'Sakın bu düğmeye bir daha basmayın' diye mesaj vermesi. Bu tip çok ince yerler var insanı gülme krizine sokan. Arada Rehber'le, Evren'le ilgili kısa bilgilerin ve genellikle çok alakasız şeylerin yazdığı bölümler falan da cabası...


İnternette bu seri için en büyük sıkıntılardan biri olarak normal dünyada geçen kitaplar çok sıkıcı gelmeye başlıyor şeklinde serzenişler okudum. Hakları var.

İlk kitap hariç serinin çevirmeni olan İrem Kutluk öyle böyle güzel bir iş çıkarmamış. İlk kitabı çeviren Nil Alt da çok başarılı. Ama özellikle benim favorim olan ikinci kitapta (çünkü mizah dozu en fazla burda) çok çok başarılı.

Bu arada belirtmeden geçemeyeceğim, kitabın sayfa diplerindeki editör notları da kitabın absürd havasına uygun şekilde verilmiş. Dahiyane bir fikir olmuş, onu da çok takdir ettim. Kim akıl ettiyse tebrikler ve izin verenlere de teşekkürler.

Karman çorman gittiğimin farkındayım ama kitap da öyle gidiyor. Biraz dağınıklık iyidir. Ayrıca bir şey dağılacaksa dağılacaktır ve bu dağınıklık düzgün bir sırada gerçekleşmek zorunda değildir.

Evrenin sonundaki restoran, fikir olarak gerçekten muazzam geldi bana. Kitabı okumadan önce ben bu restoranı hani bir şekilde uzayın sonu bulunmuş (sınırı gibi) da oraya inşa edilmiş diye düşünüyordum. Hahaa, alakası yokmuş. Daha da süpersonik bir restoranmış. Kıyametten öncesini işaret ediyormuş, zamanın bitmesini kastediyormuş. Buna hem güldüm hem de bunu akıl edebilen beyne devasa bir saygı duydum.


Marvin'e özel bir paragraf ayırmak istiyorum. Eminim bu seriyi okuyan herkes ucundan köşesinden bir şekilde Marvin'e hayran olmuştur, oluyordur ya da okuyacak olanlar olacaktır. Böylesine paranoyak, depresif, uçsuz bucaksız zekası bulunan ve bundan dolayı önüne gelene hakaret eden ama her emri de paşa paşa yerine getiren; hatta yeri gelince milyonlarca yıl bir yerde sizi bekleyen bir android Marvin. Sayfalarca methiye dizsem yetmez. Keşke çok daha fazla sayfada geçseydi ismi.

Şimdi fark ettim ki ana karakterin ismi bile geçmemiş yazıda: Arthur Dent. Önüne gelenin hakaret ettiği, aşağıladığı, ne kadar az şey bildiğiyle iğnelendiği zavallı ama sempatik Arthur Dent. Senin gibisi gelmez diyeceğim ama alakası yok, hepimiz senin gibiyiz. Evet, ilginç oldu böyle ama gerçek bu.

Kitabı duyanlar bir şekilde 42'yi de duymuşlardır. 42. Hayat ve evren hakkındaki her şeyin cevabı. Soruyu merak eden bir zahmet kitabı okusun. Yemin ediyorum, bayılıyorum böyle gıcıklıklar yapmaya. :) Zaten bu cevabı bulan Derin Düşünce de - ki kendisinin bu cevabı bulması yedi buçuk milyar yıl almıştı - kesinç linç edileceğim demekten kendini alamamıştı.

Tüm seride gözüme batan ve beni rahatsız eden en bariz şey son kitapta Fenchurch'ün (Fenchurch kim diyenler için beni uğraştırmayın, kitabı okuyun diyebilirim) sadece bir kez adının anılması ve ona ne olduğuyla ilgili bir bilgi edinemememiz, Zaphod ile Marvin'in isimlerinin dahi geçmemesi oldu. Açıkta kalan yerler var ama aslında yok; fakat insan onları okumak istiyor işte. Şimdi bana İhtimal Evrenlerden falan bahsetmeyin, kalbinizi kırarım. Fenchurch nerde lan?!

Kitapla ilgili olarak beni acayip keyiflendiren iki karakterden bahsedip susmayı düşünüyorum (nihayet). Birincisi kürdanın bile kullanım talimatına ihtiyaç duyan insanlarla aynı evrende yaşayamam diye isyan bayrağını çekip evren içinde kendine bir dış evren hazırlayan ve orda yaşayan Akıllı Wonko, diğeri de ölüm anı ile bana kahkaha attıran Prak. Bonus olarak da Arthur Dent'in her zaman ve koşulda kurbanı olan Agrajag'ın haklı isyanına katılmadan edemeyeceğimi belirtmek isterim.

Uff, amma uzun oldu ha! Fakat yazmak istediğim daha bir ton şey var aslında. Ne Trillian'dan bahsedebildim ne Slartibartfast'tan, ne Vogonlardan ne DNA'nın birbirine giren ve aynı şeyi söylermiş gibi görünen ama aslında farklı şeyler söyleyen cümlelerinden, ne Rehber'in ne olduğundan (oha, bu harbi ayıp aslında (:) ne Ford Prefect'ten... Off, bitmez böyle. Tüm bunlar için mükemmel bir çözüm önerim var: oturun ve şu kitabı okuyun Zarquon aşkına!

Kitaptan bahsettiğim kısım sona erdi derken yazı sonra erdi demedim yalnız. Şimdi sırada 2005 yapımı film ile ilgili etmek istediğim bir iki laf var ve evet, entel olduğum için filmini izlemeden yapamazdım.

Oyuncu seçimleri çok yerinde olmuş. Hiçbiri sırıtmıyor bence. Gerçi ben ne zaman Zooey Deschanel'ın içinde olduğu bir film izlesem hipnotize oluyorum. Ah ulan ah...

Beş ciltlik seriyi bir saat kırk sekiz dakikalık bir filme sığdırmaya çalışınca atlanan çoooook yer olmuş tabii ama tek filmde ancak bu kadar olurmuş diye düşünüyorum. Halbuki beş kitap için beş film yapsalardı var ya, efsane olurdu bence. Neyse, kitabın ana hatlarını bekleyenler için güzel film ama kitabın onda biri var ya da yok filmde. Agrajag, Fenchurch, Prak, Akıllı Wonko gibi güçlü yan karakterler hiç yok ne yazık ki, sadece temel bir tema var. Gerçi böyle deyince kimse olmamış gibi oldu. Bilemiyorum ya, idare eder olmuş o zaman film. Kendi kendimi tersledim resmen.


Böyleyken böyle işte özetle. Filmi kesin izleyin demiyorum ama izleyince kötü hissetmedim ben. İzlemekten çekinmemek lazım. Fakat kitabı kesin okumak lazım. O esprileri okumak, karakterleri tanımak lazım.

Ben diyeceğimi dedim, seçim sizin artık. Elveda ve tüm o balıklar için teşekkürler diyerek Evrenin Sonundaki Restoran'da bir şeyler yemeye gidiyorum. Niye diye soracak olursanız kitaptan bu ifadelerle kendimi savunur, hepinize esenlikler dilerim:

Uzaya, zamana, maddeye ve varlığın doğasına ilişkin tüm sorular yanıtlandığında geriye tek bir soru kalacaktır: akşam yemeğini nerede yiyeceğiz?
 

Takıntılarım Vardır

* Yanımda kalem olmadan kitap okuyamıyorum, okusam da eğreti hissediyorum kendimi. Olmuyor işte.

* Simetri hastası değilim ama bir yerde bir eşyayla oynamışsam veya yerini değiştirmişsem ordan ayrılırken onu aynı yerde ve mümkünse aynı şekilde bırakmam lazım. (Aslında bunu diğer insanlardan da bekliyorum ama heyhat, herkes benim kadar düşünceli değil.)

* Saatleri tamamlama huyum var. Mesela evden çıkacaksam çok acelem yoksa küsüratlı saatte çıkmam ya da yatacaksam üç dakika daha yedi dakika daha diye kendimi oyalarım saat düz hesap olsun diye. Ağır ameleyim sanırım.

* Çamaşırlarım dolapta soldan sağa montlar, uzun kollular, kısa kollular şeklinde asarım. Karışık olursa yerlerini değiştiriyorum. Halbuki çok da dağınık bir insanımdır.

* Ellerim ıslak kalmayacak, bir an önce bir şekilde kurulamam lazım. Sanki su değil de asit arkadaş, peh.

* Önce sağ tarafıma yatarım, beş dakika sonra sola dönerim, daha sonra tekrar sağa dönerim. Sonra da bir bakarım ki sabah olmuş. Kuşlar, böcekler falan...

* Ceplerimde nerede neyin olacağı mahkeme kararı ile bellidir. Cep telefonum sol cebimde değilse yanımda da değildir ya da anahtarım sağ cebimde değilse ayvayı yedim gibi gibi.

* Her gün geçtiğim yolda her gün karşılaştığım birisine ilk seferinde merhaba ya da günaydın dedim dedim, demedim sonrası kentrilyonlarca kere daha zor. Aslında bu takıntı değil, mallık.

* Benim olan benimdir, çok istiyorsan aynısından sana da alırım ama iyi bir tarafıma denk gelmedikçe o iş yaş. (Bu arada bunu bencillikle karıştırmamak lazım, gerçi anlayan anlamıştır.)

* Sevdiğim insanlarla lan'lı konuşuyorum. Oğlum, bunu yanlış anlayanınız varsa alacağınız olsun lan. Çok ayıp ediyorsunuz.

* Telefonun rehberini sondan başa dolaşıyorum. Baştan sona ne arkadaş? Onu herkes yapar.

* Kitap ayracını kaldığım sayfaya göre sağa veya sola bakacak şekilde bırakmak da vazgeçilmezlerimden.

* Bir filmi izlemeye başlamadan önce IMDb sayfasını Chrome'a pinlemek de güzide bir takıntımdır. Böylece film biter bitmez trivia'lara (nalet olsun, trivia yerine ne demem gerektiğini bilemedim bir an) bakabiliyorum.

* Gün içerisinde binkırkon kere Goodreads, Vikitap, IMDb, Filimadamı, Ekşi Sözlük ve Google Reader'a girmek. Gelin görün ki Google hazretleri Reader'dan elini eteğini çekiyor yarın itibariyle. İşin yoksa yeni bir siteye alış şimdi, ey Allah'ım yaa.

Düşündükçe aklıma bir şeyin gelmemesi bir takıntı sayılmaz herhalde. Zaten gelmiyorsa gelmiyordur. Hiç benim olmamıştır. Hem bir şeyin gelmesini beklemek kolay. Sen onu getirebiliyor musun? Mesele o zaten...

Gecenin bu saatinde yazınca beyin sulanıyor haliyle. Saat dört olsa da Yayınla butonuna bassam. 03:57'de yazı mı yayınlanırmış? Bi dakka...

Edit: Aaa, yayınlanıyormuş. :)

22 Haziran 2013 Cumartesi

Wilhelm Reich - Dinle Küçük Adam

Sayfa sayısıyla içeriği arasında devasa bir ters orantı olan bu güzide eser ile yine ben...

Böyle mükemmel kitaplar hakkında yazı yazarken zevzeklik yapmak istemiyorum, düşüncesi bile vicdan azabı veriyor. Ama gelin görün ki, kendimi tutup tutamama konusunda da söz veremiyorum. Allah beni de böyle yaratmış işte, n'apayım?

Yaklaşık bir yıldır okuma listemin en tepelerindeydi Dinle, Küçük Adam. 160 sayfalık bu dev eserde Wilhelm Reich kelimenin tam anlamıyla döktürmüş, ezmiş, dövmüş, yerin dibine dibine sokmuş, sonra üşenmemiş ordan çıkarmış ve bir daha sokmuş. İnsanın kafasına kafasına vurmuş. Fakat o kadar güzel, yalın anlatmış ki her şeyi, anlamamak veya yanılgıya düşmek bile mümkün değil. Tabii sanırım burda çevirmeni de takdir etmek lazım ki kendisi benim okuduğum Arya Yayıncılık baskısında Yezda Erdem oluyor.

Kitapta Küçük Adam olarak bahsedilenler bizleriz. Toplumu oluşturan, yöneticileri seçen, olur olmadık şeyle gaza gelen her bir tekil birey olan bizleriz. Tüm kitap boyunca bize anlatıyor Reich, tamamı konuşma havasında geçiyor. Kitabın girişinde de ben bu kitabı insan konulu bir denemem olarak nitelendiriyorum demiş. Gerçi o deneme demiş ama ben akademik bir yayın gözüyle bakacağım bu saatten sonra.

Burda bugüne kadar toplamda herhalde elli tane kitap hakkında atıp tutmuşumdur. Genelde de bu kitabı türü sevenler kesin okusun şeklinde ifadeler kullanmışımdır ama bu kitabı istisnasız, kayıtsız şartsız herkes okusun istiyorum.

Altını çizdiğim yerlerden bazılarını buraya almak isterdim ama neredeyse kitabın tamamı(!) altı çizili halde. Onun için sadece kitabın arka kapağındaki üç alıntı ile bitireceğim. Tabii bu arada yine belirtmeliyim ki içinde bulunduğumuz dönem içerisinde okunması kesinlikle ve kesinlikle daha anlamlı olacak bir kitap oluyor kendisi.

* Hitler'cilerin milyonlarca insanı öldürmelerinden sonra, kalkmış onları asıyorsun. Milyonları öldürmeden önce nerdeydin peki, o zaman ne düşünüyordun? Düzinelerle ceset oturup düşünmen için yeterli neden değil miydi? İnsanlığının kıpırdanması için milyonlarca ceset mi gerekliydi?

* Ne kurşun sıkma ne de darağacına çekme seni içinde bulunduğun bataklıktan çekip çıkaramaz. Şöyle bir kendine bak, Küçük Adam. Kurtuluşunun tek yolu, tem umudun budur, kendine bak!

* Senin şu kadarcık özgüvenin olsaydı, günlük yaşamında kendine azıcık saygılı davransaydın, yaşamın sensiz bir saatçik bile sürmeyeceğini azıcık sezseydin, dünyadaki hiçbir polis gücü seni ezecek kadar güçlü olamazdı.

Bu da özellikle eklemek istediğim bir alıntı, hoşça kalın.

* Görüşleri açıklamada eşit hak tanındığı sürece akılcı görüşlerin en sonunda her şeyi yenmesi gerekir.
     

19 Haziran 2013 Çarşamba

Prensiplerim Vardır

* İçimden gelmiyorsa yapmam, etmem, yemem, içmem, gitmem, konuşmam.

* Refleks olan küfürden hazzetmem.

* Yalandan hiç hazzetmem.

* Önce bir adama bakarım adam mı diye; sonra da yazdığına bakarım dahi anlamındaki 'de'yi, bağlaç olan 'ki'yi, soru eki olan 'mi'yi ayrı yazmış mı diye. Baktım yazıyor, sonra kendime bakarım ben adam mıyım diye.

* Çay bardağımı sağımda tutarım. Sol ters geliyor, ellerim birbirine dolaşıyor.

* Çayı şekersiz içerim (aslında bu prensip değil, çocukluk hevesiydi bir zamanlar, öyle kaldı diyelim).

* Kitabın sayfasını kıvırandan ve kitabı fazla açarak (katlayarak) okuyandan çok pis soğurum.

* Piyangoymuş, İddaa'ymış, Süper Loto'ymuş, Toto'ymuş, yok efendim milyonlarmış, şans bana da gülebilirmiş, falanmış filanmış bana ters. Zerre ilgimi çekmiyor. Verseler almam.

* Şansa da inanmam zaten. Sadece insanın gününde olması diye bir gerçek var.

* Tırnak kesmekten öyle böyle üşenmem.

* Sigara da, kokusu da, cismi de, fikri de benden uzak olsun. Ama içene de bir iki gıcıklık yapmak dışında pek karışmam. Böyle de anlayışlı bir insanım.

* Eşitlik diye bir şey yok, basit eşitsizlik o. Hiçbir şey birbirinin aynısı değil, olabilemez!

* Orda burda, dışarda bir mekanda, nerde olursa artık, birinin elinde kitap görsem o kitabın adını bir şekilde öğrenirim (genelde çaktırmadan kapağa bakarak). Kitap okuyandan zarar gelmez; şekil a: ben.

* Bilgi ve mutluluğun paylaşıldıkça çoğalacağına, üzüntünün ise paylaşıldıkça azalacağına inanırım; fakat ilk dediğim hariç diğerlerini uygulamam. Kısaca, malım.

* Geçtiğim yolu, gördüğüm yüzü, duyduğum ismi unutmam (denedim, %90 çalışıyor).

* Televizyon mu? O ne lan? 2008'de kaldı o.

* Çok sevdiğim ve deli gibi beklediğim filmleri sinemada ve mümkünse yalnız izlerim. Yalnız derken salonu kapatmıyorum, atlamayalım hemen. Sinemaya yalnız gidiyorum anlamında... Tabii entel olduğum için ilerde salon da kapatabilirim, belli olmaz.

* Saçmalamak ve az biraz delilik şart. Yoksa bu hayatın çilesi çekilmez.

* Göbeğimi de çatlatsam ilerde kendimi Türkçe olarak ifade edebildiğim şekilde başka herhangi bir dilde ifade edebileceğime ihtimal vermiyorum. Mümkünse bana 'la bi yürü git, kafan mı güzel' desenize başka bir dilde.

* En büyük ve geçerli bahanem: içimden gelmiyor.

* Birisi benden yapmayacağım bir şey istediğinde 'prensiplerime aykırı' demek kadar hoş çok az şey var.

* Konsantrasyonum bozulduğunda veya fazlasına ihtiyacım olduğunda gözlüğümü çıkarırım. Miyop olmanın güzel tarafı da bu, etrafı pek seçemediğiniz için daha kolay toparlanabiliyorsunuz. Bir de gözlüğü çıkarıp ışığa bakmak, ışıkların dağılması falan hoş oluyor. Bu da böyle ibretlik bir paylaşımım olsun.

* Bilimsel inanışım: Tesla. Sanki tüm bilim tarihini elden geçirmişim gibi, peh.

* Dini inanışım: kul hakkına bulaşma da gerisini aranızda halledersiniz (ya da edemezsiniz, ben nerden bileyim).

Şimdilik bu kadar.

17 Haziran 2013 Pazartesi

İhsan Oktay Anar - Amat

Sert bir giriş yapacağım: Uzun İhsan'sız İhsan Oktay Anar romanı mı olurmuuuuşş?! diye düşünürdüm bugüne kadar sevgili okur. Gel gör ki on numara oluyormuş. Ha, ama bu demek değil ki Uzun İhsan Efendi'yi istemiyoruz. 239 sayfanın 239'unda da aha çıktı bir yerden aha çıkacak diye bekledim kendisini. Çıkmadı. Fakat çıkmamasının çok anlamlı bir sebebi var. Ona geleceğim. Daha giriş yapmadım çünkü.

Bugüne kadar okuduğum dördüncü İhsan Oktay Anar kitabı oldu Amat (burda bugüne kadar demem anlatım bozukluğu oluyor mu acaba, yazdım ama bana çok saçma geldi çünkü). Geriye kaldı Suskunlar ile Yedinci Gün. Onları da bu yıl bitmeden okumayı düşünüyorum. Peki, Amat okuduğum üç kitaptan daha iyi mi?

Şimdi öyle soru olmaz. Ayıp yani, ben kardeşlerin ya da insanların kıyaslanmasına karşıyım. Moral bozucu bir etken. Şöyle diyelim: Puslu Kıtalar Atlası'nın genel karizmasına çok yaklaşmış, hatta bence eşitler. Kurgu yine mükemmel. Yalnız espri dozu düşük bir kitap olmuş diğerlerine oranla. Bir de ağır denizcilik terimlerinden dolayı kitabın ortasına kadar sabretmek gerekiyor. Sonra az çok anlamaya başlıyorsunuz zaten neyin ne olduğunu ya da olabileceğini.

Dil ağır gibi gelebiliyor Anar'ın kitaplarında ama benim özellikle hoşuma gidiyor tarzı. Daha önce söylemişimdir mutlaka, Türkçenin ana dilim olmasına öyle böyle sevinmiyorum Anar kitapları okurken. Şu kitabı başka hangi dilde böyle zevk alarak okuyabilir ki bir insan? Belki de bana öyle geliyor ama hissettiğim bu. Ve ben bir şeyi böyle hissediyorsam o öyledir. İtiraz istemem.

Kitabın konusu kapağından belli olacağı üzere minik(!) bir denizcilik serüveni. Ama aslında hiç de minik değil. Kitabı okuyanlar için daha anlaşılır olmuştur bu tanım sanırım ama gerçekten okuyunca anlayacaksınız ki hiç de minik bir serüven yok ortada. Minikten kastım süre.

Amat isminden, başındaki Elif'in düşmesi durumunda olanlardan, gemide ufak çaplı bir uzay-zaman-evren prototipi kurulmuş olmasından (böyle yazınca çok şey biliyormuşum gibi oldu ama bunu da okuyunca anlarsınız, başka nasıl ifade edeceğimi bilemedim; hem ayrıca entel bir insan olduğumu belirtmek için hiçbir fırsatı kaçırmam, prensip meselesi) ki bu prototipten kastım yasak elma-şeytan-cennet-cehennem-kıyamet vs. hepsi, İhsan Oktay Anar'ın her zamanki muhteşem karakter isimlerinden, sayfalar ilerledikçe geçmişe gidip yeni yeni karakterleri tanıtmasından, yaşananları birden fazla kişinin ağzından birbirini yalanlayan ifadeler yöntemiyle aktarmasından...

Off, ne biçim bir cümleye başlamışım öyle, bitiremedim. Kısaca bu yukarıdakilerin hepsinden çok zevk alarak okudum demek istemiştim. Tabii ki siz anlamışsınızdır.

Kitabın bir yerinde bir şövalye için şöyle bir ifade geçiyordu, çok hoşuma gitti: Başka yeteneği olmadığından, şövalye bir kahraman olmayı hep istemişti.

Bu tip zeki, alttan alttan dokundurmalı esprileri çok seviyorum. Anar'ın kitaplarının en sevdiğim özelliği bu kara mizah yeteneğini çok güzel kullanması zaten. Kurguyu falan da çok güzel işliyor, olaylar harika bağlıyor ama ben en çok bu mizah yeteneğine hayranım.

Bir kitabın daha sonuna geldim. Bu arada bu ay içerisinde bir kitap daha bitirirsem geçen yıl içerisinde (2012 boyunca) okumuş olduğum kitap sayısını yakalayacağım. Ondan sonra da yeterince okudum bu sene diyerek geri kalan altı ay yan gelir yatarım herhalde. :)

Şaka maka okumak istediğim kitap sayısı okudukça azalacak yerde artıyor. Ama değişimi hissediyorum. Mesela Amat'ı lisede okumuş olsam düz kurguyu anlardım sadece. Şimdi arkasındaki göndermeleri, benzetmeleri falan olabildiğince yakalıyorum. Bu kitaplar bir harika dostum!

Kendimi de övdüğüme göre gidebilirim. Huzur ve selametle kalın.

NOT: Önizlemede gördüm ki yazının başında Uzun İhsan'ın kitapta olmayışının çok mantıklı bir sebebi var ama ona sonra geleceğim demişim. Ey gidi, kompozisyon derslerinde hocalarımız boşuna dememişler yazdıklarınızı en az bir kere okuyun diye. Elleri öpülesi insanlar vesselam. :) Uzun İhsan yok sevgili okur; çünkü Uzun İhsan Efendi bugüne kadar kimseyi öldürmedi. Bu ne demek şimdi diyenler çabuk çabuk kitabı okumaya başlayın, çabuk çabuk!

13 Haziran 2013 Perşembe

Charles Dickens - İki Şehrin Hikayesi

İki şehir: Londra ve Paris; dönem: Fransız İhtilali yılları... Çoook uzun zamandır okumak istediğim İki Şehrin Hikayesi'ni nihayet okudum ve başım göğe erdi, ordan yazıyorum.

Şimdi, neler söylemeliyim tam bilmiyorum. Ama her şeyin başında şunu dememin yerinde olacağı kanaatindeyim. BU KİTABI BUGÜNE KADAR OKUMADIYSANIZ TAM DA BUGÜNLERDE OKUMANIZ LAZIM! Umarım yeterince dikkat çekebilmişimdir. Şimdi bunun nedeni ile adam gibi bir giriş yapalım bakalım.

En temele on sekiz yıllık hapis hayatından kurtulan bir baba ile onu ölü bilen kızını koyan Dickens, arkada dönemin yozlaşmış Paris'ine ve aristokrat İngiltere'sine dair mükemmel tespitlerde bulunmuş. Özellikle Paris kısmı insanı çok etkiliyor. İnsanların doyumsuzluğunu o kadar güzel ifade ediyor ki... Bir kadının en büyük eğlencesi eline örgüsünü alıp giyotinle yapılacak idamları izlemeye gitmek olabilir mi? Olmuş işte zamanında. Millet şarabı yerden içmiş. Yani bulunca bunamış adamlar diyeceğim ama bilakis, bulamadıkları için dökülenleri içiyorlar. Su tabii henüz keşfedilmemiş o dönemde. Ona daha var. Ayran hala keşfedilmedi o coğrafyada, zaten onu da keşfederlerse ayvayı yedik.

Kitapla ilgili en büyük sıkıntım adam gibi bir çevirisini bulamamam oldu. O kadar araştırdım ama içime sinen bir çeviri bulamadım. Can Yayınları'ndan Meram Arvas çevirisi ile okudum ama benden mi, Meram Arvas'tan mı, yoksa Dickens'tan mı kaynaklandığını anlamadığım bir belirsizlik söz konusu birçok cümlede. Yani, şu an tam olarak nerde ne anlatıyordu bu adam diye düşündüm bazen. Hatta bazı satırları sırf bu sebepten okumuş olmak için okumuş dahi olabilirim. Mutsuzum.

Kitabın 464 sayfa olduğunu düşünürsek ilk yarısını okumanın biraz sabır gerektirebileceğini söyleyebilirim ama özellikle son yüz sayfası sular seller gibi gidiyor.

VE! Buraya kadar nasıl yazmadan bekledim bilmiyorum ama -bilen bilir- benim köye yepyeni bir eleman buldum: Sydney Carton! En asil duygunun insanı Sydney Carton! Ağlattın ulan! Helal olsun sana. Yerin hep ayrı olacak.

Kimdir bu Sydney Carton? Şöyle düşünün: Bugün İsanbul'da yaşayan birisi olsa bu arkadaş, çArşı grubunun en önde gelen elemanlarından olup direnişte de en ön saflarda yer alırdı. Öyle bir umursamazlık mı diyeyim (kötü anlamda değil, hemen heyecanlanmayalım lütfen), fırlamalık mı diyeyim, zeka mı diyeyim -ki bu kesin var-, aşk mı diyeyim ne diyeyim işte. Çok kral adammışsın be Sydney, unutmayacağım seni.

Kitabı okudum, özellikle kurgusunu çok beğendim, çevirisini beğenmedim falan fistan. Bu kitabın beni en çok güldüren, düşündüren ve şaşırtan yeri ne oldu? Şu: bir kriptoloji yöntemi olarak 'örgü örme'. Evet! Abi, bu nedir ya? :)) Müthiş ya, müthiş! Ben de diyorum niye bu mendebur karı sabah akşam örgü örüyor. Hahahaa, ulan çok iyi yaa. Neyse, bu paragrafta edebi kaliteyi epey düşürdüğümün farkındayım. Telafi etmek için gayemin zat-ı alilerinizi bedbaht etmek olmadığını affınıza sığınarak belirtmek isterim. Arz ederim.

Sonuç olarak okurken bir klasik okuduğunuzu size hissettirecek olan bu güzide eseri hepinize tavsiye ederim. Hem bu kitabın girişi gibi kaç tane giriş cümlesi var ki? Değil mi güzel insanlar? Ramiz dayı bile Ezel'in bir bölümünde okumuştu giriş cümlelerini, hatırlıyorum: 'Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü; akıl çağıydı aptallık çağıydı' diye devam eden bir paragraf. Bende ön yargı gibidir, ilk cümlesini ya da genel olarak girişini sevdiğim kitapları daha çok sevecekmiş gibi okurum. Genelde de öyle olur.

Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar. Burdan bu yazıyı buraya kadar okumuş herkese diyeceğim odur ki okumak mükemmel bir eylem gençler. Çünkü neden? Çünkü fikirler kurşun geçirmez. Bilmek lazım, öğrenmek lazım, farkında olmak lazım. Yeri geldiğinde, hatta kimisine göre her daim, affedebilmek de lazım; ancak unutmamak lazım. Ne olursa olsun unutmamak lazım. Hadi hepiniz güçlü kalın, görüşürüz. 

Tarihe not: Hani olur da ilerleyen yıllarda yukardaki direnişten kastımın ne olduğunu bilmeyen olur diye ekliyorum. #direngeziparkı , unutmamak lazım.

3 Haziran 2013 Pazartesi

Gabriel García Márquez - Yüzyıllık Yalnızlık

Bu yıl okuduğum en iyi kitaplardan birisi, belki de en iyisi Yüzyıllık Yalnızlık. İçimdeki gazı boşaltmak için hemen söyleyeyim: mükemmel! Gerçek anlamda mükemmel bir kitap. Kurgusu, zamanlar arasında gidip gelişi ama aslında dümdüz anlatışı, karakterleri, birbirine benzeyen isimler, yedi sülale boyunca Buendia'lar, ilişkiler... O kadar güzel bir kitap ki kitap ilerledikçe ilk sayfaya dönüp ilk iki cümleyi okuyup zevke geliyor insan.

Abartmayı severim yeri gelince. Fakat şu anda abartmadığımı belirtmek isterim.

Yüzyıllık Yalnızlık'ı okuma serüvenimi, daha doğrusu ne kadar zamandır ha okudum ha okuyacağım diye beklettiğimi biraz anlatmak istiyorum. Öncelikle kitabı ne zaman veya kimden almştım, gerçekten hatırlamıyorum. Ama üç yıldır yanımda gezdiriyorum.

İlk olarak üçüncü sınıfın başında Ankara'da bir hafta kampa gidecekken almıştım yanıma okurum diye ama sayfalarca paragrafları görünce daha zamanı var diyerek hiç başlamadan Çanakkale'ye götürmüştüm. Orda iki evde durdu öylece Yüzyıllık Yalnızlık ve İstanbul'a taşınınca yine peşimden geldi. Ne okusam bu sefer diye her yeni kitaba başadığımda kaş göz işareti yapıyordu bana resmen. Ama zamanı var diye erteliyordum hep.

Geçen aylardan birinde Kolera Günlerinde Aşk'ı okudum mesela Marquez'den. Güzeli sona ayırma diye bir gerçek var. Hiç hoş değil aslında. Bir de nerden biliyorum yani hangisinin güzel olduğunu, değil mi? İkisini de okumamışım. Ön yargı çok ilginç bir şey. Neyse...

Geçen hafta bir kamuoyu yoklaması yaptım hangisine başlayayım diye sorarak ve dört kitap ismi verdim. Yüz kişiye sordum ve tek popüler cevap aldım, daha doğrusu tek cevap aldım: Yüzyıllık Yalnızlık. Dedim demek ki artık zamanıdır, yapacak bir şey yok.

Kitabın ilk beş on sayfasını okuyunca acayip zevk alacağımı anladım kitaptan. Okurken tat alıyor insan resmen kitaptan. Akıyor gidiyor kelimeler, okumaktan çok izlemek gibi. Çok güçlü bir kalemden çıktığı belli. Ama burda Marquez'in yanında çeviriyi yapan Seçkin Selvi'ye de şapka çıkarıyorum. Kesinlikle daha güzel çevrilemezmiş bence bu kitap. O ne güzel bir çeviridir? Sanki kitabı kendisi ilk olarak Türkçe yazmış, mükemmel!

Şimdi az biraz da kitabın içeriğinden bahsedeyim. Jose Arcadio Buendia ve yedi sülalesinin (gerçek anlamda yedi sülalesinin) hayatını okuyoruz. Jose Arcadio'lar, Amaranta'lar, Ursula'lar, Antonio'lar havada uçuşuyor. Azımsanmayacak sayıda kitabın başındaki soy ağacına bakma gereği duydum okurken. Ama tuhaf bir şekilde baktığınız anda 'ha tamam, bu oydu' diyerek her şeyiyle aklınıza geliyor karakterler. Çünkü hepsinin kendine özgü karakteristik özellikleri ve anıları var.

Kitabın anlatımı da süper. Güzel güzel okurken çok ileri veya çok geri zamanlara anlık sıçramalar olabiliyor. Mesela adamın biri ölüyor, karısından feryat figan beklerken ya da ne bileyim intikam falan beklerken şöyle bir cümle okuyabiliyorsunuz: "kendini eve kapadı ve ömrünün sonuna kadar da dışarı çıkmadı". Ve gerçekten de o karakteri neredeyse unutuyorsunuz bir süre sonra. Ama ilk okuduğunuzda afallatıyor, nasıl ya dedirtiyor.

Adından da anlaşılacağı üzere kitaptaki herkesin ortak özelliği yalnızlık. En suskunundan en eğlenenine kadar herkes aslında yalnız kitapta. İç içe geçmiş bir sürü ilişki, ana karakterler kadar güçlü yan karakterler derken cümbüşün eksik olmadığı Buendia evinde çok temel bir yalnızlık hüküm sürüyor aslında. Odanın birine kapanan, belli zaman aralıklarında kapanan iki üç kişi hatta ve sonunda bir nevi her şeyin o odada çözülüşü çok ince kurgulanmış.

Aklımda daha bir sürü şey var yazmak istediğim ama sıraya koyamıyorum. Yer yer kahkaha atabiliyor ya da sadece gülümseyebiliyorsunuz mesela. Abartılı zaman aralıkları o kadar basitmiş gibi gösteriliyor ki bazen, insan ister istemez hadi canım demekten kendini alamıyor. Yahu bir insan yağmur bitince geleceğim dedi diye dört yıl, üç ay, on bir gün yağmurun durmasını bekler mi bir yerde? :) Verilen sözün tutulmasıyla ilgili ilginç bir yaklaşım tabii, adam haklı sonuçta.

Aldım başımı gittim, toparlayayım artık. Okuyun bu kitabı, harbi diyorum okuyun. Şimdi bir bana çıksa sorsa ki Kolera Günlerinde Aşk'ı mı okuyayım, Yüzyıllık Yalnızlık'ı mı diye, Yüzyıllık Yalnızlık'ı iki kere oku derim. O kadar sevdim kitabı, anlayın artık. Üzmeyin beni, okuyun.

En son olarak iddia edemeyeceğim ama İhsan Oktay Anar bu kitaptan etkilenmiş olabilir diye düşünmek istiyorum. Onun da çok sağlam kurgu ve karakterleri var, o da beklenmedik şekilde gülümsetiyor insanı. Fena sallıyor da olabilirim şu an, hiç araştırmadım çünkü. Ama öyle olduğunu düşünmek istiyorum. Düşünüyorum, o halde öyledir. Evet.

Hoşça kalın.