31 Aralık 2012 Pazartesi

Bir Sene Daha Karala

Başlık tabii ki burdan; bilen bilir, bilmeyen de, eee, bilmez yani. Önemli olan niyet...

Epeydir düşündüğüm bu yazıya nihayet başlayabildim ve tuhaftır ki bugün içerisinde de bitirmem lazım. Dedim 2012'mi özetleyen bir yazı yazayım; zira önemli gelişmelerin yaşandığı bir yıl oldu, hatrı kalmasın.

Evet sevgili seyirciler, bakalım 2012 yılında neler neler olmuş...


  • Ocak, hımmm, finallere çalışmak ve işe giriş için belge toplamakla geçmişti. Sevmemiştim bu yılın ilk ayını pek. 
  • Şubat, ara tatilde memlekete gidemediğim için pek bi yavan geçmişti ama iş hayatımın ilk deneyimine merhaba demiştim. Onun için de güzeldi. Ve evet, hala o işte çalışıyorum. 
  • Mart, Nisan ve Mayıs her zamanki gibi gevşekti; gerçi vizeler ve son dönem dolayısıyla okul falan amaaaaan, sosyal bişe yapamadık işte, onun için gevşekti.
  • Haziran... Haziran önemliydi. Mezun oldum uleynn!

Evet, ilk altı ay böyleydi. Bir paragraf yapayım da kendime geleyim istedim. Naber bu arada, ne var ne yok? :)

  • Temmuz, ev taşımakla ve Edgar Allan Poe okumakla geçen bir aydı.
  • Ağustos, onun da Temmuz'dan aşağı kalır yanı yoktu yani. Sıcaktı ama, fena sıcaktı yani.
  • Eylül, hayatımdaki dönüm noktalarına sahip anlardan oluştu diyebilirim ki en önemlilerinden birisi İstanbul'a taşınmaktı.
  • Ekim, neden bilmiyorum ama olağandan fazla karamsarlığa kapıldığım bir ay oldu (ulama yanlışına düşüp ayol diye okuyanları esefle kınıyorum, mesela ben yazarken dahi öyle okudum (: ). İyi ki şu organizasyon bu aydaydı da ordan kurtardım yani.
  • Kasım da işte napsın, kendi halinde takılan bir ay oldu. Belki de hayatım ancak monotonlaşmaya başlamıştır.
  • Vee Aralık, ayrı bir paragrafı hak ediyor tabii ki. Çünkü neden? Çünkü ben Aralık doğumluyum. Sonra babaciiimin bizi ziyareti süperdi, onu da unutmamak lazm. Aralık güzeldir. :)

Daha şimdiden zıvanadan çıktı bu yazı sanki. Ama hazır başlamışken devamını da getirmek lazım. Peki, sırada ne olsun? Bence bu yıl okuduklarımdan ve izlediklerimden falan bahsedip bir iki öneride bulunayım. Bakarsın birine bir faydamız dokunur, fikir veririz. Ah, ne kadar da düşünceliyim.

Efem, vakti zamanında şurda bahsetmiştim. Bu yıl kendime 17 kitap hedefi koymuştum ve sebebim de derslerin ağırlığı filandan dolayı üç haftada bir kitap ancak bitiririm idi. Epeyce şiir kitabı okudum, onlar belki okunmuş kitap sayılamayabilir diye ben de toplamda 23 tane okudum. İşte o kitaplar!!! Bunların içinden şiir kitaplarının hepsi okunmalı bence, onun haricinde de ille okuyun dediğim var mı diye sorarsanıııız Edgar Allan Poe'nun Bütün Öyküler'ini, Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan'ını ve Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü okuyun derim. Bunlar ille de dediklerim ama. Yoksa hepsini okuyabilene tabii ki lafım yok, bilakis saygım var.

Filmler... Bu yıl tamı tamına 111 film izlemişim sayın okuyucu. Bana göre büyük bir sayı; çünkü ben bu yıl daha çok dizi izlediğimi düşünüyorum. Birazdan onlardan da bahsedeceğim ama bu 111 film içinde şimdi isimlerini yazacaklarımı izlemenizi tavsiye ederim:
Yuh! Yoruldum!

Gel gelelim dizilere... Genelde diziler konusunda bitmemiş dizileri izleyememe gibi bir takıntım var ama bu yıl izlediğim dizilerden bir tanesi bitti: House M.D. Bunun dışında devam edenlerden de Spartacus: Blood and Sand'in ikinci sezonu geldi geçti.

Baştan sona izlediğim dizilerse şunlar efem:
  • Battlestar Galactica (bir ton webisode'u, TV filmi vs. ile birlikte; bu dizi çok başka bir diziydi, ey gidi; bi So Say We All diyeyim de gazım dinsin),
  • Mortal Kombat: Legacy (bunu da bi gazla izledim ama devamına dair bi ses çıkmadı),
  • Freaks and Geeks (tek sezonda bitirilmiş ve hunharca harcanmış bir dizi),
  • The IT Crowd (bu diziyi herkes sevemeyebilir ama tam benlik olduğu da bir gerçek),
  • Carnivale (devamını hala merak ettiğim süperötesi dizi, ah ulan ya),
  • Rome (bunun masrafı çok diye Carnivale iptal edilmiş ama evet, bu dizinin marafı devasaymış, o kostümler falan...),
  • Coupling,
  • The Sopranos (bu yıl izlediğim dizilerde birincilik için Carnivale'le yarışır, bunun da sonu bildiğin kusursuz; daha doğrusu son sezonunun tamamı),
  • Dr. Horrible's Sing-Along Blog (Joss Whedon'dan çerezlik ve süper bir mini dizi)
  • veeee halen devam etmekte olan The Office.
  • Tabii halihazırda The Big Bang Theory'yi de izliyorum.
Üç tane de anime izlemişim 2012'de;
Baccano!'yu tavsiye ederim ama en az bi ilk yedi bölüm bir şey anlamayacaksınız büyük ihtimalle. Erufen Rito'yu da tavsiye ederim ama sonunda çok fena olma ihtimaliniz var, ona göre. 

Üff, amma konuştum haa. Yeni yıla dair bir iki hedefimden de bahsedecektim ama onlar da yeni yılın ilk yazısına kaldı artık.

Neyse efem, dinlediğiniz için teşekkür ederim. Hepinize en güzelinden bir yıl dilerim. Kimileriniz 2012'de kıyamet kopmadı diye üzülüyor olabilir, onlara da hak veriyorum. Çekilir mi la bu dünyanın çilesi? :)) Huzurlu bir 2013 diliyorum hepimize, esen kalın.


30 Aralık 2012 Pazar

N'oluyo Lan?!

Dün gece mutlu mutlu takılıyordum bilgisayarda. Karikatürlere falan bakıyordum, bir iki arkadaşla laflamıştım vs. Sonra dedim bloglara bakayım ne var ne yok ahalide. Baktım da...

Klasik olduğu üzere dedim bi yandan da müzik dinleyeyim bari. Ama ne dinleyeceğime dair bir fikrim yoktu. Onun için gittim Youtbuecuuumdan rica ettim, dedim canım benim şu benim beğendiklerimi çal sen, yardır. Sağ olsun hiç ikiletmez lafımı, çok iyi anlaşırız.


Neyse efendim, ben başladım okumaya. Daha önce -en azından burada- hiç bahsettim mi bilmiyorum ama bazen dinlediğim müziği duymuyorum ben. Yani duyuyorum da mesela aradan üç şarkı geçmiş olsa hangileri olduğunu mümkün değil bilemem. Size de oluyordur bence. O kadar da yalnız değilim di mi lan?

İşte böyle neşeli başlamıştım ben bir şeyler okumaya. Bi on dakka kadar sonra baktım ki bi ağırlık çökmüş üzerime. Oha yani, nerdeyse ağlayacağım. Dedim nooluyo lan?! Bi de baktım Orhan Gencebay'dan Dokunma çalıyor. Vay arkadaş dedim ya, vay arkadaaaş! Müziğe geell. Bıraktım okumayı falan, şarkıyı başa sardım. Hani sigara içen birisi olsam garanti o an bi paketi gözden çıkarırdım yani. Oturdum, hakkını vere vere efkarlanıp şarkıyı bitirdim. Bi de üstüne tekrar dinledim mi? Evvvet, dinledim...


Aah ulan ahh aşamasına geldiğimi anlayıncaya kadar bu böyle devam etti. Sonra bi düşündüm, on beş dakika önce ben Kareli Battaniyem modundaydım. Bir de şu halime bak! Sonra tabii topladım hemen kendimi, patlattım ordan bi 'Ayem fiiiiliinn . . . .  guuuuuud' vee kendime geldim efem.

Bahsi geçen şarkıları da sırasıyla koydum: Kareli Battaniyem ile neşeli halimi, Dokunma ile bitmiş tükenmiş halimi ve I'm Feeling Good ile de toparlanmış halimi böylece özetleyebilirim sanırım.

Bu da böyle bir anımdır.


 

19 Aralık 2012 Çarşamba

24 Oldu İyi Mi?

Sevgili insancıklar, bugün itibariyle bu hayattaki yirmi dördüncü yılımı da doldurmuş bulunmaktayım. Yayında ve yapımda emeği geçen herkese teşekkür ederim öncelikle.

Can dostum güzel insanlar ve aynı zamanda ev arkadaşarım olan adaşım, kankam, Cengo ve Çora'nın sponsorluğunda gerçekleşen sürpriz partimizin özeti aşağı yukarı bu sayfadaki görsellerde olduğu gibi. O yüzden detaya girmek istemiyorum. Hayvan gibi yedik, içtik işte. Daha ne olacağıdı? En kötü günümüz böyle olsun inşallah.

Yaşamak böyle anılar sayesinde anlamlı oluyor işte. Doğum günümü çeşitli şekillerde kutlayan herkese teşekkür ederim. Geceyarısında kutlayan ve birinciliği kimseye kaptırmayan süper insana mesela, sonra sabahın köründe ben daha uykudayken yazdığı mesajlarla kutlayan ve rüyamın kısmen gerçekleşmesini sağlayan güzel insana, sonra arayıp sesimi duymak isteyen o müthiş insancıklara, sonra benim için beş saniyelik doğum günün kutlu olsun mesajlı videosu çeken kendisi gibi gönlü de kocaman güzel insana ve daha nicelerine... Hadi beni geçtim de sizler de iyi ki varsınız lan. Bu yazıyı okuyan okumayan herkes, iyimizle kötümüzle iyi ki hepimiz varız. Yatın kalkın bana dua edin, ben olmasaydım bugün evrene bu kadar pozitif enerjiyi kim gönderecekti ha, sorarım size. :)

Şen geldim, şen gidiyorum. Sizler de şen olun. Hem daha okula ilk başladığımızda ne öğrendik biz? Neeşeli ol kiii genç kalasııın, buu Dünya'dan da zevk alasııın...

Hoşça kalın, mutlu kalın efem.

16 Aralık 2012 Pazar

Threat Level Midnight

Yaklaşık bir aydır sardığım, büyük hayranlık ve takdirle izlediğim bir dizi var: The Office.

Hani bazı şeyler olur hayatınızda, anlatarak ifade edemezsiniz. Mesela bir yerde bir yemek yersiniz ama tadını tarif edemezsiniz, yemen lazım dersiniz. Bir film izlersiniz, anlatınca olmadı ama izlesen çok beğenirsin falan dersiniz. İşte bu The Office de benim için tam olarak bu tipte bir dizi oldu.

Mockumentary diyorlar elemanlar buna. Türkçesi var mı bilmiyorum ama sanırım 'dalgasal' diyebiliriz. Adamlar kameraya baka baka oynuyor falan filan. The Office'i bilen bilir zaten, bilmeyen de izlesin diyeceğim ama en azından ikinci sezonu bitirmeden sevemeyebilirsiniz.

Şu anda yedinci sezonun başlarındayım. Özel bir bölüm var yedinci sezonun başında; Threat Level Midnight. Michael Scott'ın hayal dünyası diyeyim, anlayan anlasın! Aslında dizinin bu sezonundaki on yedinci bölümüymüş de bu aynı zamanda ama ben izlemiş bulundum bir kere.

Yani nasıl anlatayım bilmiyorum. Sırf bir şeyler söylemiş olmak için yazıyorum bu yazıyı, öyle diyeyim. Tam olarak Michael Scott'lık bir film olmuş. Gülmekten hıçkırığa yakalandım yine zaten. Süperler adamlar ya; eğleniyorlar, eğlendiriyorlar. Zaten ilk altı sezonun çekim hatalarını da daha dün izlemiştim. Eğlenmeyi bilmiyoruz biz sanırım eğer bu arkadaşlarınki eğlenmekse.

Threat Level Minight ile ilgili son bir şey var söylemek istediğim ama hafif spoiler içerir ona göre: Michael'ın Toby ile olan ilişkisi bu kadar mı güzel işlenirmiş ya? Michael, elemanı kafasında hayvan tecavüzcüsü yapıyor ve ölümünü de kafasını patlatarak yapıyor. Abi bu nasıl bir şeydir ya?! Hahahaaaa... Bir de son sahne, yani jenerikten sonrası var ki dehşet!

The Office; absürd, saçma, komik, sıkıcı, aklınıza ne gelirse... Detayları seven, ufak şeylerden mutlu olan ya da üzülen biriyseniz kesin çok seversiniz. İzleyin. Beğenmeyebilirsiniz, bırakın. Ama bunu seven insanların yeri de gözümde bir başka olur sanıyorum. Kafa dengi olma meselesi biraz da herhalde.

Hhhhhh, oh be, rahatladım. Hahaaa, kafasını patlattı ya! Gidiyorum ben, o sahneyi bir daha izleyeceğim. Görüşürük... :)

Dipnot: The Office'i izleyenler için şunu paylaşmam lazım. Görmemiş olanlar olabilir, bence süper olmuş.
 

9 Aralık 2012 Pazar

Anayurt Oteli (Kitap + Film)

Ne çok yalan söyleniyordu yeryüzünde; sözle, yazıyla, resimle ya da susarak.

Yusuf Atılgan ile okuma günlerine devam ediyoruz sevgili insancıklar. Sıradaki eserimiz Anayurt Oteli. Psikolojik roman sevmiyorsanız ilk iki sayfadan sonra büyük ihtimalle bırakacağınız; lakin sabrederseniz kafanızın karışacağı bir kitap Anayurt Oteli. Düşündüren, karıştıran, böyle değişik, acayip bir eser.

108 sayfa altı üstü ama içerik olarak epey ağır, onun için sayfa sayısının azlığına aldanmamak lazım. Ben tek oturuşta bitirdim ama okurken sürekli 'lan bu adam benim anlamadığım bir şeyler yapıyor ama ne' şeklinde düşündüm. Kitap bitince de araştırdım zaten. Meğersem tekniğin, daha doğrusu yaptığının bir adı varmış: bilinç akışı. İşte o zaman sayın seyirciler bende bi aydınlanma hasıl oldu. Erdim resmen. :)

Bir eylemin ertesini, sonuçlarını göze alabilirse ya da bunlara kayıtsız kalabilirse, insanın yapamayacağı şey yoktu.

Okurken yer yer sıkıldım desem yalan olmaz ama o yukarıda söylediğim bilinç akışı kısımlarındaki yazım dili çok etkiledi beni. Mesela iki sayfa boyunca noktasız virgülsüz uzuuuun bir cümle okuyorsunuz. Karman çorman oluyor kafanız. Okurken rahatsız oldum, hatta izlerken de rahatsız oldum. Birazdan söyleyeceğim gerçi ama evet, film de kitap kadar acayip olmuş.

Kitabın içeriğiyle alakalı olarak da şu kadarını söylememde sakınca yok herhalde: Anayurt Oteli'ni işleten Zebercet'in gecikmiş Ankara treni ile gelen bir kadının ardından yalnızlığını ve ruh halinin değişimini okuyoruz. Filmde bu kısımlar kendi kendine konuşma olarak mevcut.

Yeryüzünde canlı kalmanın bir bakıma suç işlemeden olamayacağını bilmeyen, kendilerini suçsuz sanan insanlardan çekiniyor, utanıyordu.

Filmi de Ömer Kavur çekmiş. Filmin şöyle bir güzelliği var. Filmi izlerken kitabı çok daha iyi anlıyorsunuz. Ama tabii kitabı sevmeyenlerin filmi sıkılmadan bitirmeleri pek mümkün değil. Fakat kitap bir şekilde kafanızı kurcalamışsa film çok daha anlamlı hale geliyor. Her gün aynı işi bıkmadan usanmadan yapmak zor iş lan, kitabı okurken o kadar fark etmemiştim sanki ama filmde iyice kanaat getirdim yani. 

Bedenin dayanma gücünü zorlamak da bir çeşit kendini öldürmek değil miydi?

Sonuç olarak muhterem cemaat, Aylak Adam'a giden yolda bir Yusuf Atılgan eserini daha geride bıraktım. Aylak Adam'ı neden sona sakladım, bilmiyorum. Beklentim yüksek olduğu için olsa gerek sanki biraz galiba. Neyse, onu okuyunca da buralarda olacağım diye düşünüyorum. Bakarız o zaman.

Not: Ekşisözlük'te Zebercet nickli bir muhterem zaten ufak çaplı bir destan yazmış kitap ve filme alakalı. İçerisinde Yusuf Atılgan'ın eseri nasıl yazdığına kadar bir sürü bilgi var. Merak edenler buraya ya da buraya, o da olmadı buraya tıklayabilirler.

Esen kalın efem.

Bir oteli yönetmekle bir kurumu, geniş bir işletmeyi, bir ülkeyi yönetmek aynı şeydi aslında. İnsan kendini, olanaklarını tanımaya, gerçek sorumluluğunun ne olduğunu anlamaya başlayınca bocalıyordu, dayanamıyordu. Ülkeleri yönetenler iyi ki bilmiyorlardı bunu; yoksa bir otel yöneticisinin yapabileceğinden çok daha büyük hasarlar yaparlardı yeryüzünde.
 

2 Aralık 2012 Pazar

Hint Sineması Demişken (Kısa Kısa, #6)

Her şey 3 Idiots'la başladı. Big bang'le başladı diyenler de var ama ben evrenden bahsediyorum dedim mi? Bi sakin olsun onlar, biz devam edelim.

Aslında Slumdog Millionaire vardı ama onu nedense es geçtim, çok zaman oldu izleyeli çünkü. Bu yazıda son zamanlarda izlediğim ve Hint sinemasına bakışımı gerçekten değiştiren üç filmden bahsetmek istiyorum muhterem cemaat. Onun için lütfen safları sıklaştıralım.

Önce 3 Idiots'u izledim. Hard diskimde yaklaşık bir buçuk yıl kadar beklettim. Çünkü süresi bildiğin 3 saatti. Üşengeçlik zor zanaat, çeken bilir. Çift tıklamaya bile elim gitmiyordu. Neyse, geçenlerde kırdım şeytanın bacağını ve nerden estiyse başladım izlemeye. Öylesine, birden bire...

Gülmekten hıçkırığa tutulduğum sahneler de oldu (evet, böyle acayip bi özelliğim var) gözümden yaşların süzüldüğü sahneler de. Film bittiğinde dedim ki 'hay kafama yaa'. Ertelemek hoş bir eylem değilmiş, bir kez daha anlamış oldum.

3 Idiots ile tanıdım Aamir Khan'ı. O zamana dek sadece adını duymuştum. İlle de izle diyen birkaç arkadaş vardı ama 'ya izleriz yeeaaa' havalarındaydım ben tabii. Al işte, bi idiot da benim, 4 yapaaar.

Tabii ben bu adamı araştırdım haliyle. Kimin nesidir, ailesi nasıl insanlar falan. Gören de evleneceğim sanır. Zor dönemlerdi, aah ah Aamir...

Şaka yapıyorum tabii ki, valla bak. Neyse, dediğim gibi baktım bu adamın yaptığı filmler hakkında herkes olumlu konuşuyor. Merak ettim, izlenecekler listesine ekledim.

Dün gece de Taare Zameen Par'ı izledim. Türkçeye Her Çocuk Özeldir olarak çevrilmiş sanırım. Sallıyor da olabilirim, mazur görün. Twitter'da da yazdım izleyince (entelliğim batsın), film falan değil; bildiğin sosyal sorumluluk projesi bu. Bu kez takdir ettim Aamir Khan'ı. Oyunculuk falan hikaye, adam bir yaraya parmak basmış mı? Basmış. Güzelce anlatmış mı? Anlatmış. Adamın ağzına ..., oha lan bi dakka. Çirkinleşmeyelim. Ehem, özetle vur deyince öldürmüş.

Bundan sonra da Ghajini, Dil Chahta Hai, Rang De Basanti ve Fanaa'yı izlemeyi düşünüyorum Aamir Khan filmlerinden. Gözüm tuttu bu adamı. Bi de çok genç gösteriyor ya, aslında 65'li adam. Hayır yani, bilin de sonra benim gibi hayal kırıklığına uğramayın.

Bu yazıyı asıl yazma sebebimse bu iki film de değil. Her zaman olduğu gibi güzeli sona sakladım. Her zaman olduğu gibi dedim ama bunu daha önce yaptım mı bilmiyorum. Boş verin, takmayın bence.

Efendim, Black diye bir film var. Kafamı duvarlara vurmak istiyorum. 2005 yapımlı bir film ve ben yedi yıl geç izledim bu filmi. Dikkat ettiyseniz genel olarak filmlerin içerikleri ile ilgili bir şey söylemedim. Ama bununkini azcık çıtlatmazsam çatlarım.

Görme ve duyma engelli bir çocuk hayal edin ve bu çocuğa bir şekilde iletişim kurmayı (konuşmayı veya işaret diliyle anlaşmayı) öğretmeniz gerektiğini düşünün. Hacı bak, görmüyorsun. Ama duymuyorsun da! Zaten filmin ilk sahnesi onun için çarptı sanırım beni. Önce ışığı alıyorsun. Her yer zifiri karanlık, sonra da sesi. Hiçbir şey yok sanki! Zaten o çocuğun da o rolü nasıl yaptığını hala anlayabilmiş değilim. Yaşlandıkça kafam bazı şeyler almaz oldu sanırım.

Tüylerim diken diken oldu yine. Şimdi böyle filmler izleyince insanın gidip de dandik Hollywood filmlerine falan bakası dahi gelmiyor artık. 'Kitap okuyamıyorum ben yeaa, film falan izliyorum' diyen elemanlara da diyorum ki izleyeceksen bari bunun gibileri izle. Benim gözümde okumuş kadar sayılırsın. Aslında bu fikir şu anda aklıma geldi. Vay arkadaş... Ama bence sayılır bir nevi, evet. Zeki miyim neyim ya?

Hoohhhh... En kısa sürede ve sanırım en gaza gelmiş şekilde yazdığım blog yazım oldu bu. Ama şu filmleri bi izleyin, bana hak vereceğinizi düşünüyorum. İzleyenler de bana katılıp katılmadıklarını söyleyebilirler. Biz bizeyiz burda, kimseden çekinmeye gerek yok, değil mi? Evet, bence de.

Dipnot: Slumdog Millionaire'i izleyenler hatırlayacaktır. Başroldeki eleman sahnenin birinde bir film yıldızını görmek için bildiğin lağıma (kibar olacağım diye düştüğüm hale bak) atlıyordu. Hah, işte o adam Black filmindeki öğretmen. İzleyince değermiş lan diyeceksiniz eminim. Adam harbi oyuncuymuş yani.

Sevgi ve saygıyla, esen kalın güzel insanlar.

21 Kasım 2012 Çarşamba

Kısa Kısa, #5

Çayımı yanıma, laptopumu kucağıma aldım da geldim sevgili sanat dostu güzel insanlar. Gündem maddesi olarak Müslüm babaya şifa dileklerimi de iletiyor, bugünkü konuma geçiyorum.

Nasılsınız ya bu arada? Nasıl gidiyor? Üniversitelerde vize haftaları başlamış geçen hafta sanırım, hatta kimisinde devam ediyormuş. Hey gidi zamanlar yaa... Mezuniyet ne güzel bir şey ya. :) Herkese zihin açıklığı ve başarılar diliyorum. Çalışın gençler, çalışın. Gelecek hepimizin eseri olacak, akıllı olmak lazım.


Pekiii, ben bu yazıyı niye yazıyorum?
Valla canım sıkıldı aslında ya, film izlemekten dahi üşendim. Çift tıklamak zor geldi. Onun yerine birkaç yüz kere tuşa basıyorum şimdi de. Geçen yazılarımın birinde ne kadar mal olduğumu yazmıştım ama bir kez daha yazayım, çok malım. Evet. :)

Şimdi efem, ben genel olarak sinemayı çok seviyorum. Bilen bilir. En büyük hobim diyebilirim. Tabii bu arada kitap okumayı hobi olarak saymadığımı da belirtip artistlik yapmak isterim. Kitap okunmalı. Hobilik bir iş değil o. Neyse.

Sinema çok genel malum. Fantastik edebiyatı sevdiğim gibi fantastik filmleri de seviyorum. Onun için geçenlerde Captain America: The First Avenger, Thor ve The Avengers'ı peş peşe izledim. Daha önceden Iron Man ve Iron Man 2'yi izlemiştim. Bu saydıklarımın içinde The Avengers'ı çok sevdim. Gerçi onu sevmeye izlemeden karar vermiştim de diyebilirim. Çünkü yönetmeni güzide insan Joss Whedon! Bir gün kendisiyle tanışabilsem ne güzel olurdu. Aaah ahh...

Tabii bu tip filmler gerçekçilik arayanlara ters düşüyor. Düşsün, çok da tın. Onların keyfine mi kaldık? Özgür düşünce diye bir şey var, adamın asabını bozmasınlar. Garanti hiç çizgi roman da okumamıştır onlar. Niye bu kadar heyecanlandıysam birden?!
Bunun dışında B Movie denilen film türünü de nispeten seviyorum. Abartı denen kavram bazı insanların elinde çok eğlenceli bir hale dönüşebiliyor çünkü. Misal Quentin Tarantino (adamın ismi yeter ya), Robert Rodriguez... Bana bu ikisi yetiyor zaten. :)

Bu filmlerden de Grindhouse projesinde yer alan Death Proof ve Planet Terror'ü izlemiştim geçen yıl. Geçenlerde de Machete'yi izledim. Keyif aldım mı? Aldım. Bitmiştir.

Amma lakin ki sorarsanız izleyelim mi bu filmleri diye, bence bir sakıncası yok. Kafanıza göre takılın derim.

Canımın sıkıntısı geçmiş kadar oldu. Toparlayayım ufaktan. Geçen bir ara Windows 8'in tanıtım reklamını gördüm. Videodaki şarkı o kadar hoşuma gitti ki gittim araştırdım. Lenka diye bi hatun var, sesi çok acayip. İki gündür şarkılarını dinliyorum. Everything At Once ve Trouble Is A Friend'i özellikle tavsiye ederim. Hatta mümkünse sözlerine de bir göz atın.

Not: Yukarda bir yerde fantastik edebiyat ve film dedim ama yazıda Yüzüklerin Efendisi geçmedi hiç. Onu da ben anlatmayayım artık! Lütfen amaaa!

Bu arada bilgisayar mühendisi olmama rağmen şu blogspot'un şablon ayarlarından çektiğimi malum hocamızdan çekmedim yani vakt-i zamanında. Bu bana yapılır mı ya? Ben ki görsellikle uğraşmaktan hiç de hazzetmeyen biriyim. Ay bayılazaaaam! Neyse, ben gidip sakinleşeyim biraz. Sinirlerim yıprandı durduk yere. Yenilenmiyorlar da arkadaş. Yenilenen sinir hücresi istiyorum! Aksonlara, dendritlere özgürlük! Sinapsların gücü adına!

Gittim ben, esen kalın.
Ojeler mor falan olaymış iyiymiş.

18 Kasım 2012 Pazar

Arkadaşlar İyidir

Arkadaşlar iyidir gençler. Evet evet, arkadaşlar iyidir. Tüm günü geçirebileceğiniz, ordan burdan konuşabileceğiniz o varlıklar iyi ki varlar.

Bir de bilgisayar üzerinden dahi olsa mektuplaşmak ayrı bir güzeldir. Artık şantajla mı yaparsınız, tehditle mi yaparsınız bilmiyorum ama bir şekilde yapın. Farkı göreceksiniz. (beğenmezseniz ücretiniz iade diye devam edesim geldi bir an. (: )

Vakt-i zamanında birisi ikna etmişti beni bu mektuplaşma konusunda, şimdi yüzüne karşı desem şımaracak. Onun için buraya yazıyorum. İyi ki yapmış. Çünkü gerçekten de insan konuşarak anlatamadığı çoğu şeyi yazarak çok daha rahat ve net anlatabiliyor.

Orhan Gencebay'ın dizelerini genelleştirerek çekiliyorum huzurunuzdan: "Gülmek çok yakışır size ağlamak değil / Sevmektir yaşatan inanın sevilmek değil"

İyi geceler.
 

8 Kasım 2012 Perşembe

Hayat bazen...

Hayat bazen ne konuşmak ne de yazmak; sadece susmak ve dinlemek...

 
Sonra bazen biraz daha dinlemek...

 
Sonra derin bir iç çekip


yola devam etmektir.

4 Kasım 2012 Pazar

Edip Cansever - Sonrası Kalır I

Kim biner bu gemiye insandan kıyılar yapılırken (Ey)

Selamlar ve saygılar güzel insanlar! Edip Cansever'in tüm şiirlerinin toplandığı Sonrası Kalır'ın birinci cildini bitirdiğimi söylemekten onur duyarım. Daha önce kitabın bitmesini bekleyemeden bir Tragedyalar yazısı yazmıştım. Şimdi hazır kitabı da bitirmişken genel bir göz atmakta fayda var diye düşündüm. Çok düşünceliyim, değil mi?

İnsan günün her parçasında yaşamıyor
Bu çok doğru
Evet bu çok doğru. (Çember - VI) 

Kitap 664 sayfa; şimdi beğendiğim şiirleri yazmaya kalksam blog stack overflow hatası verir diye tırsıyorum. Ne yapsam acaba? En iyisi fazla düşünmeden, nasıl gelirse öyle devam etmek. Evet evet.

Biraz da susmalıyız, insan bir şeyler aramalı kendinde (Umutsuzlar Parkı - V)

Edip Cansever çok ayrı bir şairmiş, bunu baştan söyleyebilirim. Daha önce Necip Fazıl, Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Cemal Süreya, ne bileyim Edgar Allan Poe falan okudum ama Edip Cansever hepsinden başka. Şiir yazıyorum, kafiyesi redifi falan olsun gibi bir düşüncesi yok. İhtiyacı  da yok. Düzyazı gibi yazmış ama o kadar doğal ve güzel yazmış ki kafiye ve redif aramıyorsunuz zaten. Konuşur, dertleşir gibi okuyorsunuz. Bunu nasıl başarmış hakikaten aklım almıyor. Gerçi adamın hayatı da buymuş. Cemal Süreya'nın deyimiyle "her şeyin fazlası zarardır derler / fazla şiirden gitti Edip Cansever". Anlayın yani.

Bir kişi bile değilim yalnızlıktan (Ben Bu Kadar Değilim)

Şimdi bakalım hangi kitaplar var bu baskıda: İkindi Üstü (ki kendisini anmak bile istememiş Edip Cansever sonradan. Halbuki ben birçok şiirini çok beğendim, vay arkadaş. Adamın beğenmediği şiire ben hayran kalıyorum, hayat çok tuhaf. Parantez de bi bitmedi di mi?), Dirlik Düzenlik, Yerçekimli Karanfil, Umutsuzlar Parkı, Petrol, Nerde Antigone, Tragedyalar, Çağrılmayan Yakup, Kirli Ağustos veee Sonrası Kalır.

Kalır ilk aşk, kalırız öyle yenik, savaşsız tapınaklarda
Buzullar ve ölümsüzler gibi tadılmaz sallantılarda
Sonra ki gerçek olur aşklar da unutulmakla
Güçlenir yalnızlığımız -çünkü bir gün nasılsa
Çirkindir birgörünmek, yarışmak olağanlıkta-

Sanki böyle kalmışsak ne çıkar karanlıkta
Yaşarız yaşanırsa azıcık ayrıntılarda
Sen sıkıntı mavi ve uzun
Boşalan bardakları bir daha bir daha doldurduğumuzun (Gökanlam - II) 

İkindi Üstü, Masa Da Masaymış Ha..., Dipsiz Testi, Fıldırfış, Yengeç Gibi, Berbere Bak, Karşıtlık, Yangın (kesinlikle süper!), Salıncak (dört kısım ve hepsi ayrı güzel), Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka (kitabın burasına kadarki favori şiirimdi, hele ki ilk ve son üç satırı (aşağıdaki üç dize de diyebiliriz)... Bu arada şiir toplamda yirmi üç sayfa, konsantre olmak lazım).

Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da (Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka)

Buraya kadar Tragedyalar'a gelmiş oluyoruz kitapta. Daha yarısı bile değil kitabın. Tragedyalar zaten başlı başına bir şaheser gözümde ve bir tiyatro oyunu falan olsa kesinlikle gitmek isterdim. Kitabın girişinde de belirtildiği gibi Tragedyalar'dan sonraki şiirler hafiften özgürlük teması ya da nasıl diyelim, kitapta geçen cümleyle 'sol siyasal eylemlere duygusal ve düşünsel planda katılışın şiirler' olmaya başlıyor.

Ben, diyorum, demek oluyor ki bir anlamım vardı benim de
Düşünen bir şey olarak ve düşündüren
Ama korkarak söylüyorum, çok ağır bir yük gibi taşıyordum bunu da (Pesüs - III) 

Ben şahsen apolitik bir insan olduğumdan herhangi bir önyargıya sebep olmadı okurken. Ama ilk olarak Yerçekimli Karanfil'den bir şiir, sonra da mesela Sonrası Kalır'dan bir şiir okununca gerçekten arada bir fark olduğu belli oluyor. Ama ben çıkıp da yukarıdaki gibi artistik bir tanım yapamazdım bunun için. Olsa olsa 'aabi nolmuş bu adama ya, bildiğin yardırmış gitmiş adam' falan derdim. Düz bir insanım, evet.

Ve yürürlükten kalkmış bir sözü tekrarlıyorum: sevin ki her şey olur
Sevin ki her şey olur
Olmuyor, biliyorum. (Dökümcü Niko ve Arkadaşları - IV

Ama şu yukarıdaki dizelere bir bakar mısınız? Hep diyorum, ben böyle bir şeyi anlatmaya çalışsam sayfalarca kompozisyon yazmam gerekir. Kaldı ki sonunda da beceremem büyük ihtimalle ama adam gitmiş üç (rakamla 3) dize ile işi bitirmiş. Ceketimi giydim, önümü ilikledim, saygı duydum.

İnsanın insana verebileceği en değerli şey
Yalnızlıktır. (Cin)

Amma lakin ki şunu da belirtmem lazım ki burdan sonraki şiirleri daha çok beğendim. Çünkü neden? Çünkü çoğunu anlamadım bile. Evet, anlamadığım şeyleri çok beğeniyorum. Kafamı kurcalamasını seviyorum sanırım.

Kazılardan yorgun çıkmışım
Gözlerimde düş fosilleri (Kesit)

Pesüs (özellikle birinci kısmının son üç bentini baştan aşağı işaretlemişim), Ölümle Bakılan, Yengeç, Ölü Sirenler, Kar Yağacak, Kuş Sürülerinden Bir Duvar, Aydınlığın Dört Bir Yanı, Saate Bakmak, İdris'le Konuşma, Dostlar (çok fena ve güzel bir şiir bu da bence), Gül Kokuyorsun, Sonrası Kalır da ayrıca okunması gereken şiirler gibi geliyor bana. Her birinin farklı birer havası var.     

Üç kişiyle başka türlü konuşulur, bir kişiyle
Kendini açıklar insan (Yengeç)

Bu arada sanırım blogumun en uzun yazısı olmakta bu yazı ve bundan da ayrı bir gurur duyuyorum. Edip Cansever gibi şaire az bile. Heyt beee, kendimi de gaza getirdim gene.

... ve kemikleri bunlar gökyüzünün
Altında öyle tedirgin ilk çocukları ölümün (Gökanlam - III)

Madem epeyce uzattım, okuyan da azdır zaten buraya kadar, şunu da söyleyeyim. Bu adamlar nasıl yazmışlar böyle çok merak ediyorum. Ne kadar şair varsa bir o kadar yalnızlık var resmen. Bu adamların mutsuzlukları ya da yalnızlıklarını mı seviyorum yani ben şiirleri sevince? E, değil. Öyle değil. Bunu yazabilen adam yalnız bırakılır mı? Demek ki onun için kıymetleri çoğunlukla ölümlerinden sonra anlaşılıyor. Adamlar çekiyor onca sıkıntıyı falan, çekmişler daha doğrusu. Çok ilginç.

Bir gün de bir cami avlusunda güvercinleri taşladım
Gözleri kör bir kadın mısır satıyordu
Ağlamak istedi ben güvercinleri ürkütünce
O an düşünemedimse de sonradan aklıma takıldı
Gözleri kör bir insan nasıl ağlar diye.

Son olarak üstünde bir taşın.
Oturdum saatlerce. (Şahinin Kopardığı Elmas - III

Nerde okumuştum şimdi emin olamıyorum ama eğer yanlış hatırlamıyorsam Edip Cansever öyle pek fakir bir insan değilmiş. Yani dünya tarihinde adını bildiğimiz çoğu ustanın aksine parası varmış. Ve bu durum sebebiyle kendisini sevmeyen de çokça insan varmış. Adam kapatmış kendini yazıhanesine (ya da ofisine, adı her neyse), sabah akşam bir şeyler üretmiş. Kafaya bak be, helal olsun. Bu arada eğer bu yazdıklarım yanlışsa ve kanıt gösterebilirseniz ağzınıza geleni söyleyemekte serbestsiniz. Hak etmiş olurum çünkü.

Biliyorsun, bizim her türlü yalnızlığımız
Yeni bir dil olacak yarın. (Akdeniz Salgını - V)

O kadar yalnızlarmış falan dedim de yukarıdaki dizeleri geldi aklıma ayrıca. Onun için buraya koymak istedim bu dizeleri. Belki de haklıdır. Gerçi şimdi haklıdır dedim ama anlatsana ne demek istemiş deseniz anlatamam. Kelimeler kifayetsiz kalabilir, bu da beni üzebilir. Size bir şey olmasın.

Bir saat ne kadar yaşar bir eskici dükkanında
Bir ırmak bir taş köprüye sarmaşıksa. (Kül - Külden Adamlar)

Abartıyor olabilirim, sık sık yaptığım bir iştir. Zevk alıyorum çünkü çoğunlukla abartmaktan. Fakat şu yukarıdaki dizeyi okuduğumda abartısız bir dakika yirmi saniye falan duraklamışımdır. Evet, abartmayınca pek güzel olmadı gördüğünüz gibi. Neyse, ne diyordum? Ha, evet, yukarıdaki dizeler... Eskici dükkanındaki bir saatin ömrü... Çk çk çk... Ya arkadaş, bir insanın aklına nasıl böyle bir fikir gelir? Hadi geldi diyelim nasıl bu kadar güzel ve net ifade eder? Ne kadar yaşarım bilmiyorum ama buna benzer, benzer derken kalite olarak kilometrelerce ötesinden geçecek bir laf etmem dahi mümkün değil gibi geliyor bana.

Özlem ki tutkunluktur bir başkasının özlemine
Dalgalı camın ardında büyüyerekten
Bir çocuk hızla geçiyor bisikletiyle. (Suçtur Çocuğun Olmak)

Sonrası Kalır I bitti ve bu yazı ortaya çıktı. Vay canına.... Yukarıdaki şiirlerin yanına yazmadığım bir şiir var ki bütün kitapta en beğendiğim şiir oldu sanırım. Yazının tamamını okuyanlara sonsuz şükranlarımı sunarak bu güzide şiiri de belirtmek isterim: Mendilimde Kan Sesleri. Bu şiiri okuyun, okuyun bu şiiri!

İyimser bir duvarcıyım her gün bir tuğla düşürürüm elimden
Bu yüzden gecikirim
Size bu sıkıntı kalır. (Sonrası Kalır)

Ezel'i izleyenler bilirler, bu kitap aynı zamanda dayının vurulduğu bölümde üstünde can yeleği niyetine kullandığı, o kadar sevdiği kitaptı. Belki ben de sırf o yüzden almıştım en başta, hatırlamıyorum. Ama her ne sebeple olursa olsun iyi ki almışım, iyi ki okumuşum, iyi ki bir bu kadar kalınlıkta bir ikinci kitap var. Onu da okuyup paylaşmak niyetiyle hoşça kalın efendim. Yazıma aşağıdaki dizelerle -nihayet- son vermek isterim. Esen kalın.

Gerçekte bir sevinç, bir mutluluk yok değildir yüreklerimizde
Sevgiler umutlar yok değildir
Öyleyse neden çabuk küseriz birbirimize
Çabuk öfkeleniriz
Durup durup böyle hüzünlenmemiz neden
Anlamıyoruz da ondan mı yoksa
Bir bütün olduğunu mutluluğun (Gelincikler)